Şiirimiz her ne kadar Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi lirik şairler üzerinden modernleştirildiyse de, Türkiye’de bugün olduğu gibi geçmişte de şiirin temel karakteri epiktir. Devletle, toplumla, dünyayla ilgili bir şeydir yani. Osmanlı şairlerinde bu içkin bir şekilde vardır. Osmanlı Devleti 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar dünyanın en büyük gücü olduğu için, daha doğrusu gücünü Batılı devletler gibi iç toplumsal-siyasi çatışmaların yarattığı ekonomik sömürü kaygısından çok askeri gurura ve toplumsal uyuma borçlu olduğu için, Osmanlı toprakları üzerinde yazılan şiir de bundan nasibini almış ve Türkçenin epik karakterini içkinleştirmiştir. Bu içkinliğin devletin mağrur siyasetinin Batının ilerleyişi karşısında çözüşmeye başladığı Tanzimat dönemiyle birlikte dışlaştığını, açığa çıktığını görüyoruz. Namık Kemal ve Abdülhak Hâmid gibi yenilikçi şairler bunun ilk ve mükemmel olmayan örneklerini vermişlerdir. İlk ciddi ve tatmin edici epik yönelim, yeteneği ve mizacıyla kendisini bütün çağdaşlarına kabul ettiren Tevfik Fikret’te gerçekleşmiştir. Özellikle dönemin yenilikçi şairleriyle çıkardığı Servet-i Fünun dergisinin kapanmasından sonraki sessizlik döneminde yazdığı Sis ile Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden sonra kaleme aldığı Tarih-i Kadim, Han-ı Yağma, Doksan-Beş’e Doğru gibi “yüksek heyecanlı” muhalif şiirlerinin yanı sıra eserinin önemli bir kısmını oluşturan öğretici, balkondan da olsa toplumla, milletle konuşmaya ve onu uyandırmaya çalışan şiirleriyle Fikret, şiirimizde ilk gerçek epik şairdir diyebiliriz. Bunun yanında lirik şiirleri de önemli olan Fikret’in hem Mehmet Akif’i hem de Ahmet Haşim’i etkileyecek kadar önemli ve mesleki anlamda başarılı bir şair olduğunu da söylemeliyiz.