Yüzyılın başındaki dünya savaşı son bulduğunda her iki taraftan toplam 10 milyonun üzerinde asker hayatını yitirmiş, büyük bir kısmı kalıcı olmak üzere 20 milyonu yaralanmış, onlarca şehir harabeye dönmüştü. 21 yıl sonra başlayacak olan diğer dünya savaşında ise yalnızca bir tarafın verdiği sivil kayıp 45 milyonu aşacak, 70 milyonun üzerinde insan hayatını kaybedecekti. Bu rakamlar, doğayla mücadelesine sopa kullanarak başlayan insanoğlunun tahrip etme gücünün ne boyuta ulaştığını açıkça gösteriyor. Aslında zararın boyutu ne denli yüksekse, arkasında yatan bilimsel uğraş da o derece yüksek. Onlarca kimyager, fizikçi ve biyolog; “Savaş yeni buluşlar sayesinde kazanılacak” diyen İngiliz amiral John Fisher gibi, galip gelmek adına her yolu deneyen yöneticilerin sağladığı maddi kaynaklar sonucunda alanında yeni buluşlar gerçekleştirdi. Yaşanan bu gelişmeler de yalnızca savaş sahasında kalmadı, insanlığı teknolojik olarak ileri götürecek çoğu çalışmanın da atası oldu. Özellikle 20. yüzyılın bu iki büyük savaşı ve savaş sonrası dönem, insanlığın yaşadığı felaketler ve yıkımlardan olduğu kadar, bilimin bugün ulaştığı yüksek noktadan da sorumludur.
Havacılık tarihi, 1914’e gelene kadar yalnızca birtakım uçma denemelerini içeriyordu. Havadan hafif uçuşlar, zeplin, Wright Kardeşler ve diğer öncüler uçmak adına büyük yollar katetmişlerse de kumanda edilebilir ve motorlu bir araç elde edebilmek işin bir nevi sıfır noktasını teşkil ediyordu. Bulgaristan’ın Osmanlı cephesinde neler olup bittiğini öğrenmek için bu hava araçlarını kullanmaya başlaması, uçakların gelişiminde büyük bir ivmeye neden oldu. Savaşın önde gelen bütün kuvvetleri keşif yapma amacıyla uçakları kullandı. Fotoğraf çekmesi gereken ikinci kişi yük taşıma kapasitelerini, başarılı bir keşif ihtiyacı da hareket kabiliyetlerini arttırdı. Cephe ardını bu tür uçuşlardan korumak için geliştirilen savunma sistemleri, yine aynı savaşta Hiram Maxim tarafından geliştirilen makineli tüfeklerin, Fransız Roland Garros sayesinde pervaneye zarar vermeden yerleştirilmesiyle gelişti. Havacılığın altın çağı ise, I. Dünya Savaşı’ndan elde edilen bilgilerin II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında geliştirilmesiyle yaşandı. Uçak yapımında kullanılan tahta ve kanvas yerini tamamen alüminyuma bıraktı. Aynı dönemde Almanya ve İngiltere’nin jet motoru üzerine yaptığı çalışmalar ilk uzun mesafeli bombardıman uçağıyla ilk jet avcı uçağını ortaya çıkardı. Amerika 1940’ta 1,209 uçak üretirken, yalnızca 5 yıl sonra bu sayı 26,254’e yükseldi. Anca bu savaşlardan sonra ticari havacılık gelişmeye ve insanlara hizmet etmeye başladı. Savaş döneminde ilerleyen teknoloji sayesinde artık insanlar kıtalararası seyahat ediyor, dünyanın bir ucundan diğer ucuna gerçekleştirilen mal taşımacılığı da yaygınlaşıyordu. Bu gelişmelerin ucu günümüzün insansız hava araçlarına kadar uzandı.
Hitler, II. Dünya Savaşı sırasında en çok V1 ve V2 roketleri üzerinde durmuştur. Diğer ülkelerin yabancı olduğu bu teknoloji, savaştan yaklaşık 15 yıl önce Almanya’da geliştirilen sıvı yakıt kuramına dayanıyordu. Alman mühendis Wernher Von Braun, Nordhausen adlı kasabada, yeraltında kurulan gizli labarotuvarlarda, sıvı yakıtla çalışan ilk roketleri imal etmeye başladı. V1, 300; V2 de 1000 km’lik menzillere ulaşabiliyordu. Bu tüm dünya için şaşırtıcı bir gelişme oldu. İngilizler aylar boyunca bu roketlere karşı nasıl savunma yapabileceklerini bulamamış, fazlasıyla kayıp vermişlerdi. Ama savaş sonunda Naziler kaybetti. Bu mağlubiyet, çağımızın en temel teknolojik karakterini oluşturan buluşlar için bir başlangıç noktası oldu. Amerikan birliklerinin, yaşadığı dağ evinde Von Braun’u ele geçirmesi, roket yapımına dair gizli belgelerin imha edilmesi ya da kaybolması ihtimalini de ortadan kaldırdı. Von Braun da askeri araştırmaları bir kenara bırakıp yüzünü hep hayalini kurduğu uzaya çevirdi. 1957’den 1975’e kadar Amerika ve S.S.B.C arasında gerçekleşen ünlü Uzay Yarışı, Almanlardan kalma işte bu roket teknolojisine dayanır. Sovyet, İngiliz ve A.B.D güçleri uzun süre Alman labarotuvarlarından bu belgeleri ve burada çalışan personelleri çalmaya uğraşmışlardır. Almanların savaş sırasında yakaladığı bu başarı, Rusların Sputnik 1 adlı ilk yapay uyduyu yollamasının başlıca kaynağıdır. Sputnik 1’den kısa süre sonra ilk iletişim uyduları uzaya yollanmış, insanlı uçuşlar ve uzay istasyonları meydana gelmiş, insan Ay’a ayak basmıştır. Bu sayede iletişim teknolojileri çağa adını verecek ölçüde gelişmiş, uzayda yapılan çalışmalarla evrene dair elde ettiğimiz bilgiler önemli miktarda gelişme kaydetmiştir.
Bizi günümüz bilgisayarları ve bilgisayarın dünyada meydana getirdiği büyük değişime getirecek olan temel bilgi birikimi de yine II. Dünya Savaşı sırasında kazanıldı. Almanlar, Avrupa’nın büyük bir kısmına sahip olurken, belki de en çok borçlu oldukları şey gelişmiş bir istihbarat ağına sahip olmaktı. Cepheye ya da stratejik bölgelere gönderilen devlet sırları, savaş planları, askeri görevler Enigma adı verilen bir makine ile şifreleniyordu. Enigma daha önce İspanyol İç Savaşı ya da İtalyan donanmasında kullanılsa da, Almanlar bu aleti geliştirerek şifrelerin kat be kat daha zorlaşmasını sağladılar. Nazilerin karşısında bulunan her ülke, Enigma’yı kapalı bir kutu olarak görüyor, şifrelerin analizinde başarı sağlayamıyordu. Operatör ve prosedür hatalarının da etkisiyle bu muamma uzun sürmedi. İngilizler Bletchley Park’ta gizlice topladıkları bir grup matematikçi sayesinde Almanların birimler arası şifre ağı çözülmeye başladı. Bu bir grup matematikçinin arasında en dikkat çeken iki isim Alan Turing ve Thomas Flowers’tır. Flowers, dünyanın ilk dijital bilgisayarı Colossus’un mucididir ve Colossus, II. Dünya Savaşı sırasında şifre sistemlerinin çözülmesinde olasılık hesaplayıcı olarak görev almıştır. Alan Turing ise bilgisayar bilimin kurucusu sayılır. Kendi adıyla anılan testle makineler ve onların düşünme yetileri arasındaki ilişkiyi sorgulamıştır. Onun, Alman şifrelerini çözmek için geliştirdiği algoritmalar, modern bilgilsayarın fikri temelini oluşturmuştur.