Gelin ata binmiş ya kısmet demiş hesabı, atlı bir yazıya başladık başlamasına da, bakalım, Tanrı Teala Hazretlerinin yazar kuluna bahşettiği “yazı atı” fakiri hangi vadilerde dolaştıracak, ova-yazı hangi mecralara götürecek, orasını birlikte göreceğiz icabında. Buracıkta, cüretimizden dolayı, boy boylayıp soy soylamakla kalmayan, nerdeyse her “bey”ine, her kahramanına “karakoç” atını övdüren Dedem Korkut’tan, “At’a Senfoni” yazarı Necip Fazıl’a, lügatinde atın hallerinden ve isimlerinden geçilmeyen Kaşgarlı dedemizden, “Gülsaru”da bir halkın bütün ezilmişliğini, horlanmışlığını, kullanılmışlığını, ayakta kalma mücadelesini simgeleştiren Cengiz Aytmatov’a kadar at diline aşina kalem ve kelam erbabında af dilemek yerinde olacaktır. Tanrım cümlesine cennet atlarına binmeyi nasip etsin, âmin! Cüretimizin kaynağı biraz da at meselesine dair söyleyeceklerimizin bizde bir karşılığı olmasından, en azından kapısında “at bağlı” bir aileden geliyor olmamızdandır.
Atın görüntüsünü belgesellerde, sahisini ise ancak hayvanat bahçelerinde gören, o da ata benzese bari bir merkep boyunu bile geçmeyen midilli cinsinden bu hayvancıkları sahiden at sanan şehir ahalisine bir atlı yazı okutarak hayır hesenat sahibi olmak niyetinde değilizdir. Ne var ki, varsa bu yazıda bir hayır o da “at” hanesine yazılacaktır.
Aynen beyan konuşuyoruz lakin yine de tedbiri elden bırakmamak lazımdır; bu “at hanesi”nden kastım af buyurun atın asıl evi olan tavla, layık olmadığı halde kadir kıymet bilmezler tarafından at evi sanılan ahır yahut modern zamanların at yetiştirme çiftlikleri değildir. Hoş, at yarışlarını takibi tarz-ı hayat haline getiren bir kalender meşrep taife bulunsa da aramızda, hamdolsun biz onların arasında bulunmamaktayız.
Hani, kalender yazarımız Kemal Tahir hesabı söyleyelim, nerden bilsin, kendimden bilirim denilmiştir ya, nu at bahsinde ben diyeyim yüz elli, siz deyin iki yüz sene önce, bizim ailenin başında bir firar hadisesi geçmiştir. (Varsın efsaneyi başkaları da sahiplensinler, nitekim sahiplenmektedirler de, yılların sahafı Turgut Koraltan amcadan bile tekerlemeyi duymuşluğum ve dahi fesuphanallah çekmişliğim vardır; Turgut amca akrabam filan da değildir ayrıca…) İşin aslı şöyledir; Gökoğlu denilen yaylakta, bir yaz günü büyük amcalardan Aycı Ahmet, bir “atlı oyun”da, kazaen bir obanın beyini vurunca, o dönemin güvenlik güçleri tarafından tutuklanmıştır; çaresiz sevgili amcamız kısasa kısas ya kurşuna dizilecek yahut başka bir şekilde idam edilecektir. Ne var ki kurşun kaza kurşunudur ve amcamızın bir “kaza”ya kurban gidecek olması , öyle masum, öyle babayiğit birisinin haksız yere kuşuna dizilme ihtimali tutuklayıcılarından birinin içine sinmemiştir. Aklı sıra, dur der, ben sana bir hesap sorayım: “Seksen sarı at, doksan doru at, yüz kırat at, nalı mıhı kaç Ahmet? Kaç Ahmet! Kaç, Ahmet!” Bu hitaptaki “kaç” vurgusu o kadar bariz yapılır ki, amcamız kadı huzuruna çıkarılmadan önce bir yolunu bularak kaçar ve canını kurtarır. Allah bilir ya, bu danışıklı dövüşün kaçışı kaçışı da atlı/atla olmuştur! Her dağda bir değil birkaç Eşkıya grubunun barındığı, bir nevi düzensizliğin düzen haline geldiği o dönemde, o hesap Aycı Ahmet’in firarıyla kapanmıştır lakin kapımızdan hamdolsun at eksik olmamıştır. Anlayacağınız atı aldığı gibi Üsküdar’ı geçmekle kalmamış, o hadiseden sonra feleğin acı günlerini de tatlı günlerini de görmüş, torun torba sahibi bir piri fani olarak beyaz atına binip sonsuzluk ülkesine yol almıştır.
Bu satıların yazarı 1970’li yıllarda, henüz siyasi çalkantı, sağ sol çatışması, pankart açma, boykot, bombalama, kan gölü, kanın gövdeyi götürmesi ne idrak seviyesinde değilken; tevafuka bakın ki onun da adı Ahmet’tir ve “kaçak” Ahmet’in adını taşımaktadır, bir akrabamızın kapı çatına çakılmış bir metal “kırat” hatırlamaktadır ki, bugünün gözüyle baktığımızda at şeklinde o metal plakanın iması Demokrat Parti kökenli olmayı ifade etmektedir.
Bir de, hayal meyal hatırlıyorum, ekin zamanı olacak, karaardıca bağlı kısrağımızı, gece vakti ipini koparan bir beygirin boğuşu hadisesi vardır ki, sonrasında annemin dizlerini döve döve kısrakçığa ağıt yakması, hadi ekşini, doğrusu neyse de, merhumeye kanat takması, onu rüzgârla yatıştırıp meleklerle/meleklere karıştırması hâlâ kulaklarımdadır. Kulağımı seveyim, hemencecik hatırladı, yine, hangi atımız olursa olsun, evi gördüğünde, bakın çocuklar sizi görmek ne güzel yahut iyi ki evime geldim der gibi, her uzak yol dönüşünde kişnerlerdi ki, fakirin, o sesi yeniden duyuyor gibi olmasına ve neredeyse o kavuşma anlarını yeniden yaşamasına vesile olduğu için yazıya teşekkür edesi gelir. Babam attan inip, atı evin, yerine göre çadırın önündeki ardıç ağacına bağladıktan sonra, çok defa o hayvancağızın torbasını ben vermeye niyetlenmişsem de, en azından ilk mektep çağıma kadar buna müsaade edilmemiştir. (Burada, kitaba baksam bulur muyum bilemiyorum; amcamın anlattığı bir ayrıntıyı zikretmeden geçmek olmaz: Ünlü bir hadis bilgini/derleyicisi yine ünlü bir hadis bilirden kayıt yapmaya gider. Bakar ki, adam boş torbayla ipini koparan atını tutmaya çalışmakta, anlayacağınız atı kandırmaktadır. Atı kandıran adamdan hayır da gelmez hadis de derlenmez diyerek yoluna devam eder…) Buna izin çıkmadığı gibi, ne kadar ısrar edersem edeyim ata tek başına binmeme de sıcak bakılmamış, atı yüksekçe bir yere bir taşa, ne bileyim odun yığınına yanaştırarak kaçak bindiğim görülür görülmez hissedilir bir telaşla attan indirilmişimdir. İlk mektep yıllarına kadar bana “at sırtında” layık görülen yer ya terki yahut babamın kucağı olmuştur.
Yazıyı kendimizi anlatarak bitirecek değiliz canım, sabırlı olmakta fayda vardır icabında, “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” mısraından mülhem değil elbette, asıl yazı (asıl film?) şimdi başlamaktadır. Nasıl olsa konusu “at”, yazar hazretleri artık atabildiği kadar atar, kafamızı ütülemekle kalmaz, incir çekirdeğini bile doldurmadan eli boş döneriz diyen kara ağızlıların yazının sonunu beklemesi gerekir. Dorudur da nitekim dünyayı dolaşan ve dünyayı değiştiren atın incirle de, çekirdeğiyle de eğleşecek/uğraşacak zamanı olmamıştır…
At bağladım nergise…
Şu gözünü sevdiğim dünya tarihinde milletlerim millet, devletlerin devlet, orduların ordu, ülkelerin ülke, hatta şehirlerin şehir ve dahi şiirlerin şiir olmasında en etkin, buna biz en eşkin diyelim, yakışır, nerede kalmıştık, en etkin unsur at hazretleridir ki, insan aklı atı evcilleştirmekle ve medeniyet kurmakla kalmamış, onu da at sırtında kıtadan kıtaya taşınmasını pekâlâ bilmiştir. Bunun aksini iddia etmek, at gözlüğü takmayı gerektirir ki, o gözlük aklıselim sahiplerine değil dolap çevirmeye yarayan iğdiş edilmişlere yakışır. Bir de, demiyorum, dolap beygirlerinin hikâyesi hazin ve dairemsi bir hikâyedir; dön dön bitmez, iyisi mi o hikâye başkalarınca, başka bağlamda ve başka bir yerde yazılmalıdır.
Başka milletlerin yazarlarını yerlerinde bırakalım, onlara at bahsinde sükût etmek düşer ve bir at yazısı yazmak en fazla bir Türk yazarına yakışır. Tanrı bize dünyanın bütün atlarının serazat koşturacağı gönül enginliğini bahsetmiştir ve dahi at mevzuunda millet olarak alçakgönüllü olmanın gereği yoktur; Türk atla, at Türk’le anıldığında yerli yerinde olur. Çekik gözlü cetlerimiz yalnızca bu melek yaratılışlı hayvancağıza binmekle kalmamışlar, onunla dertleşmişler, uçmağa onunla uçmuşlar, onun etiyle ve sütüyle beslenmişler, sütünden imal ettikleri kımızla kafayı tütsülemişler, derisinden ve kılında kopuz yaparak uçsuz bucaksız coşkun nehirler gibi destanlar söylemişlerdir. Çinlilere elbette ederince sattıkları o dünya güzeli atları, Çin Seddi yapılmadan önce de, sonrasında da akınlarda ganimet olarak geri alıp satmayı da pekâlâ bilmişlerdir. Yeryüzünde Türk lisanına at kadar aşina olan başka bir canlı yine Türkler ve atlar dışında maalesef bulunmamaktadır. O kadar ki, at mı çevikliğini, yürüklüğünü, yüğrüklüğünü Türkçeden almıştır, yoksa Türkçe mi attan almıştır, ayırt etmek sahiden zordur. Burada, bize uzak atalarımızın atalarına ve Gök Tanrılarına kurban niyetiyle sunduğu ol gözleri sürmeli, yelesi rüzgârdan ve ateşten atların ruhları şad olsun demek düşer. Anlayacağınız at, Türk’ün aile efradındandır; bir hizmetliden/hizmetçiden çok, evin delikanlısı gibidir. Gibidir ne demek, evin rengi, şenliği, zenginliği, uğurudur.
Bayramın da seyranın da atsız olmayacağını, törenin de şölenin de tadının tuzunun, büyüsünün tılsımının at olduğunu bilen atalarımız atın gökten indiğine, Gök Tanrı’nın kişioğluna inanmışlardır. Hakanından çobanına Türk topluluklarının her bayramı bir nevi atlı spor olimpiyatları gibi olmuş; cirit, çevgen, küre ve diğer atlı oyunlar bu bayramlarda şekillenmiştir. Bu oyunlar göstermektedir ki, uzak atalarımız baharın gelişini de gidişini de bir bayram havasında atlarla uğurlamışlardır. Hanların, hakanların, sultanların seçme ordularla katıldığı sürek şenliğinin ana vatanı da Orta Asya olmalıdır; ne de olsa her adamın altında iyisinden hasından, halden, dilden ve dahi avdan anlayanından bir at bulunmaktadır.
Uzak atalarımızın ata/atla uyumu, at üzerinde mi doğdun mübarek dedirtecek boyuttadır ve her türlü hayreti fazlasıyla hak etmektedir. Kim bilir, hepsi olmasa bile, her obada, her oymakta at üzerinde doğan bir “katman” bulunmaktadır. Her zaman değil belki ama uzun savaş ve “yağma” günlerinde savaşçı cetlerimizin at üzerinde yediği içtiği, at üzerinde uyuduğu, at üzerinde ruhunu teslim ettiği bilinen şeylerdendir. Bu atlı hayatın en estetik tarafı, savaşta kaçar numarası yaparak ardındaki düşmanı oklamasıdır ki, aradan binyıllar geçtiği halde bu numara unutulmuş değildir.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun ezberimizde kalan “Şahbazım, koçyiğit er meydanında / Canını pahalı satabilendir / Uçan at üstünde arkaya dönüp / Oku hedefine atabilendir” mısraları bile hedefin ne kadar tutturulduğunu göstermektedir. İkinci binyılın Türkiye’sinde uçan atları unuttuğumuzu sanmayın, Malkoçoğlu Cüneyt Arkın’ın bile et üzerinde yaptığı numaralar o kadar hoşumuza gitmiştir ki, bu filmler sinemalarda kalmamış, hemen her televizyon kanalında gösterilmiştir.
Şaman atalarımıza göre atların çobanı, sahibi, “çolpan” olarak bilinen çoban yıldızıdır. Yıldızın at çobanı olması alabildiğine şiirseldir ve atalarımızın tanrıların kendi atlarını Demirkazık da denilen kutup yıldızına bağladıklarına inanmışlardır. Yıldıza at bağlamak da nergise at bağlamak da biz Türklerin harcıdır ve nereden bakılırsa bakılsın bunun bir incelik olduğunu kabul etmek gerekir. “kayadan indim düze / At bağladım nergise” diyen Anadolu insanı uzak atalarının nelerle bağlı olduklarını ve nelere bağlı olduklarını bir güzel anlatmaktadır. Yeryüzünü kalbura koyup eleseniz andığım dizelerde anlatıldığı kadar estetik bir at bağlama hadisesine rastlamanız mümkün olmadığı gibi altı, evet, rakamla da yazalım, altı sözcükle çizilen bu kadar nefis bir tabloya da rastlamanız nerdeyse imkânsızdır. Ne diyor isimsiz manicimiz; kayadan indim düze at bağladım nergise; şimdi, adam kayalık bir yerden atlı olarak nergislik olan bir ovaya inmekte, atından inerek o güzelim atını bir nergise bağlamaktadır. Sözde minyatür sanatı nasıl olur diye bir soru sorulsa, anladığım dizeler kadar bu sorunun cevabı olan başka bir şiire, şarkıya rastlanır belki fakat az rastlanacağı kesindir. Takdir edersiniz ki, atların yıldıza bağlanması bile nergise bağlanması kadar şiirsel değildir.
Sözcüklerden ırmaklar kuran, yılkılar çıkaran, dili çiçeklendiren Türkçe’nin eşsiz şairi Karacaoğlan’ın bir şiirinde “Yiğit yiğidin yoldaşı/ At yiğidin öz kardeşi” dizeleriyle söylediği şey, şiirden öte bir hakikatin dile getirilmesidir. At yiğide yakışır ve öz kardeş yakınlığındadır. Türkler, yiğit ölürse atıyla birlikte mezara gömmüşler, Dedem Korkut’un da teyit ettiği üzere yiğit “cephe”de kalmışsa atının kuyruğunu bir nişane olarak ailesine getirmişler, at öldüğünde cenazesini bir “kardeş” cenazesi gibi törenle toprağa gömmüşlerdir. Burada yeri geldi; fakirin dilini at ayağı gibi çevikleştiren Tanrı’ya hamdolsun ki, bizim uzak atalarımız da, kesinlikle medeniyetin m’sinden anlamayan bir “kavim”, bir “millet” değildir. At ve Avrupa gözlüğü takmışlarca, konar-göçer diye hafife alınması, ne bileyim, kıçında et pişirmekle itham edilmesi bu hakikati değiştirmeyecektir. Zira o atların ve yiğitlerin gömüldüğü kurganlardan çıkan her biri bir sanat eseri üzengileri, eyer takımlarını, Türk’e “bedevi” sıfatını yakıştıran oryantalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin sırtlarına vurulası ve sırtlarında çıkacak izlerden Sanat Tarihi kitapları yazılası kamçıları, som altından işlemeli ve her biri Türk kozmolojisinin ipuçlarını ele veren alp giysilerini uzaylılar yapmadığı gibi, Batılılar da yapmış değildir. Cümlesi “Made in Turkey”dir ve “at uygarlığı”nın güzel numuneleridir.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik…
Vay, herife bak, hem bozkırın buluntularını Türkiye yapımı sayıyor hem de at babında Anadolu’dan, hakiki Türkiye’den zerre miktar bahsetmiyor diyeceksiniz kursağınızda kalsın; bir defa bu ülkenin şekli bile, Nazım Hikmet’in “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket bizim” dizelerindeki doğru teşhisiyle, af buyurun tasviriyle, sahiden kısrak başına benzemektedir. Ve Uzak Asya’dan dörtnala nasıl geldiğimizi, niye geldiğimizi, hangi aşk ve vecd ile bu toprakları Türkiye yaptığımızı anlatmak tarihçilerin görevidir. Biz çizmeyi aşmayalım ve diyelim ki, bu topraklara biz namına ilk ayak basanlar Müslüman Türklerin mübarek atlarıdır ve dahi bu atların ön ayaklarıdır. Anlayacağınız Rum diyarına, Rum iklimine atalarımız ayak basmıştır ve o izler hala bu ülkenin dağında taşında ve dahi kayalarında ayan beyan yaşamaya devam etmektedir. Burada bir parantez açalım: Anadolu’da at izine benzediği için, kaya üzerindeki en küçüğü bir çadır kurulacak kadar alan kaplayan ve sahiden at nalına benzeyen, düz olması gerekmez, kayanın neresinde bulunursa bulunsun nu tuhaf şekillerin, yöresine göre, Hızır’ın, Hazreti Ali’nin, Battal Gazi’nin yahut Köroğlu’nun atının izi anıldığına, sanılmak ne demek, yakın olarak inanıldığına, yalnızca bu satırların yazarının değil halkbilimle uğraşan her vatan evladının tanıklığı vardır. İnanırım ki, andığım zevatın atlarının mübarek ayakları o kayaları sahiden mühürlemişlerdir ve biraz da bu öpülesi mühürler sayesinde bu topraklar Türkiye olmuştur. Parantez kapatılmıştır!
Kayı boyu çocuklarının atları bir cihan devleti genişliğinde ve derinliğinde kişnemeden önce bile, Anadolu’ya akın akın gelen, elbette atlarıyla gelen, her boydan, her obadan, her oymaktan Müslüman Türkler, atlarının burun deliklerinden giren ve bir şimşek hızıyla çıkan nefesten deniz ve İstanbul kokusunu duyarak rüya görmüşlerdir. O rüya, dünyada başka bir kavmin, başka bir milletin görmediği bir rüyadır; Türklere nasip olmasının hikmeti ise tarihçilerin tek başlarına altlarından kalkacağı işlerden değildir. Kanatları rüzgârdan atlarla, soylu bir koşuyla ve bir daha gitmemek üzere geldiğimiz bu ülke dile kolay dokuz asır dünyanın göz diktiği, gözlediği, göz kırptığı, göz ettiği, gözlemlediği, görmek zorunda kaldığı bir merkez olmuştur.
Yalnızca İstanbul’un fethi için bile atların nasıl coşkuyla, nasıl imanla, nasıl iştiyakla bu toprakların rüzgârlarının yönünü değiştirdiği hikâyesi, kıyamet gibi filme, belgesele, romana, hikâyeye konu olacak zenginliktedir. Sultan Mehmet’in at üzerindeki o resmi sultanın olduğu kadar altın da İstanbul’un Türk olma şerefine ermesinden pay sahipliğini göstermektedir; o atlar Müslüman atlardır ve başlarını gökyüzüne kaldırarak Tanrıya olan şükür borçlarını bir nevi eda etmektedirler. Bir ziyarette bulunup sevaba girmek isteyenler için unutmadan söylemek gerekirse, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin İstanbul’un fethini gören atının mübarek kabirleri, Eyüp’te, Piyerloti Kahvesi’nin bahçesinde bulunmaktadır; bir at sever olarak uzak atalarımızın ata hürmetini, onlar için hususi kabir yapmalarını kınayan “takva” ehli bu duyurumuzu kulak ardı etmekte elbette serbesttir.
Yahya Kemal üstadımızın “Bin atlı akınlarında çocuklar gibi şendik / Bin atlı o günde gibi bir orduyu yendik / Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle / Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan / Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla / Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla / Cennette bugün gülleri açmış görürüz de / Hâlâ o kızıl hatıra tüter gözümüzde” dizeleri, hamasetten ziyade hakikati beyanındadır ve atalarımızın izlerinin silinmesine bugün bile topyekûn Avrupa’nın gücü yetmemektedir. Her gece, bin yıllık keşişler, rahipler ve bunların yamak ve çırakları, hatta Donkişot ağabeyimizin atına (adı Rozinante mi olacak?) binerek cenk ettiği yel değirmenleri bile rüyalarında Türk atlarının kişnemeleriyle uyanmakta ve hamdolsun rüyaymış diye kendi dillerince/dinlerince İsa Mesih efendimize istavroz çıkarıp dua etmektedirler.
İlkinden sonuna hemen her Osmanlı padişahı atlarını aziz bilmişler ve dünyada at kadrini bilenlerin kıskançlıktan çatlayacakları hususiyetleri haiz atalara binmişlerdir. Devletin, payitaht İstanbul’a taşındıktan sonra saraydan yönetildiği doğrudur lakin saraya ait atların yeryüzünün neredeyse üçte birinde koşturduğu, doğudan batıya güneyden kuzeye Osmanlı adaletini, himayesi ve hamiyetini taşıdığı da en az sarayın varlığı kadar doğrudur. Bir avuç yıldız gibi yetişmesi için Osmanlı vilayetlerine gönderilen şehzadelerin at üzerinde kurdukları hükümdarlık rüyaları bile, bugünkü kırk devletin rüyasından daha büyüktür.