Sosyalizm ile liberalizmin veya sosyalizm ile milliyetçiliğin birbirini nakzeden dünya görüşleri olduğu düşünülse de, bunların Almanya’da rahatça bir araya gelebildiği Nasyonal Sosyalist dönemde açıkça görülmüştür. Almanya’nın 18. yüzyıldan itibaren birlik ve sanayileşme yolunda attığı adımların tabii bir uzantısı olarak da değerlendirilebilir bu durum. Almanların birliği yolunda gösterilen çabaların milliyetçiliği pekiştirdiği açıktır. Sanayileşmenin ve şehirleşmenin getirdiği işçi sorunları ise sosyal reform, sosyal politika ve sosyalizm düşüncelerinin tedavüle girmesini kolaylaştırmıştır. Nasyonal sosyalizm, bu iki unsurun radikalleştirilmiş ve kabalaştırılmış bir bileşeni gibidir.
Oysa 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bu dünya görüşlerinin ya birbirine karşıt ya da kol kola konumlandıkları birçok farklı formül mevcut olmuştur. Buna göre Almanya’yı 1871’de kuranların millî liberaller olduğu söylenebilir. Bismarck Prusya şansölyesi olarak izlediği birlik siyasetinde arkasında en çok dönemin milli liberal çizgideki isimlerini bulmuştur. 1871 sonrasında ise işçi meselesinin göz ardı edilemez bir hale gelmesi ve Almanya’nın ağır sanayileşme yönünde adım atmak istemesi sebebiyle, 1871 öncesinin klasik liberal anlayışından vazgeçilmiş ve kapitalizmin sefaleti ile komünist devrim tehlikesi ortasında devletin sosyal politikalar geliştirmesini savunan orta yolcu bir düşünce gelişmiştir. Devletin rolünün vurgulandığı yerlerde devlet sosyalizmi, sivil toplumun rolünün vurgulandığı yerlerde ise sosyal liberalizm olarak karşımıza çıkacaktır bu düşünce. Devlet sosyalistleri, devletin iktisadi ve sosyal bütün ilişkilere dair düzenlemeler yapması ve bunlara müdahil olması gerektiğini savunurken, sosyal liberaller devletin yalnızca gerekli hukuki düzenlemeleri yapması ama kesinlikle iktisadi ve sosyal ilişkilere karışmaması gerektiğini savunmuşlardır. Bu aynı zamanda dönem içindeki “devlet yardımı” (Staatshilfe) ve “kendine yardım” (Selbsthilfe) arasındaki ayrımda da kendini göstermektedir. Sosyal liberallerin devletin müdahalesine kesinkes karşı çıkmalarının ardında, insanın ancak aktif bir şekilde, yani kendisi adına hareket ederse özgür olabileceğine dair düşünce vardır. Eğer devlet insanın bu faaliyet alanına karışırsa insanın kendini özgür kılma şansı ortadan kalkar. Oysa kooperatifler, sendikalar, yardım sandıkları vs. aracılığıyla işçiler karşılaştıkları sorunları kendileri çözmeye çalışırlarsa söz konusu varoluşsal çıkmaza da girilmemiş olacaktır.
Bu siyasi farklılaşmalar içinde 1890’lara kadar gelen Almanya’da büyük dönüşümler de ardı ardına sıralanacaktır. Bu dönemde ülkenin kurucusu olarak kabul edilebilecek Bismarck şansölyelik görevinden ayrılmak zorunda kalacak ve onun ılımlı dış politikalarının yerini İmparator II. Wilhelm’in emperyal vizyonu alacaktır. 1878’de sosyalistlere getirilen yasaklar kaldırılacaktır. Sonuç itibarıyla güçlü bir imparator altında parti politikalarına fırsat açan bir ortam oluşmuştur. Almanya 1890’lardan itibaren ağır sanayi kurmuş bir haldedir. Bu ağır sanayi hamlesi bir taraftan ekonomiyi ve devleti güçlendirirken diğer taraftan işçi sorunları devam etmekte, bunun yanında yoğun bir nüfus baskısı da görülmektedir. Özellikle şehirlerde iskan meselesi çok önemli bir sorun oluşturmaktadır. Sanayileşmeye paralel olarak güçlü burjuvazi ile geleneksel büyük toprak sahibi kesimler arasında da bir gerginlik söz konusudur.
Hıristiyan ahlak anlayışından sol liberalizme
İşte tam bu dönemde, Almanya’daki bütün bu eğilimleri dengeli bir şekilde siyasi merkezde toplayacak bir isim ortaya çıkacaktır: Friedrich Naumann. 1860 yılında Almanya’nın doğu eyaletlerinden Saksonya’nın Leipzig şehrine bağlı bir köyde dünyaya gelmiştir. Babası papaz olan Naumann babasının telkinleriyle teoloji okumuş ve kendisi de papaz olarak eğitilmiştir. Diğer yandan 19. yüzyılda Almanya’da gelişen modern bilimlere de ilgisiz kalmamıştır. Çevresindeki sosyal ve siyasal olaylara ilgisi her zaman yoğun olan Naumann, Hıristiyan ahlak doktrini içinde sosyal olaylara daha aktif müdahale edecek bir alan arayışında olmuştur. Naumann bu noktada önce 19. yüzyıl Almanya’sında sosyal sorunlar karşısında kilisenin sadece yoksullara sosyal yardım yapmanın ötesine geçmesi gerektiğini savunan Vicdani Vazife (Innere Mission) adını alan kurumun içinde yer almıştır. Bu kurum maddi yardımın yanında, yoksul semtlerde fahişelik, alkol bağımlılığı ya da hırsızlık gibi çeşitli suçlar karşısında faaliyetler geliştirmektedir. Fakat Naumann içerde yaşanan çekişmeler sebebiyle daha sonradan bu kurumdan ayrılacaktır.
Naumann diğer taraftan gittikçe daha seküler bir ahlak anlayışına doğru çekilecektir. Kendisi de bir papaz olan Abrecht Ritschl (1882-1889), Hıristiyanlık ile modern bilimleri aynı anda kabul etmeyi mümkün kılan ve bu yolla Hıristiyanları daha aktif olarak sosyal olayların içene çekmeyi sağlayan bir anlayış geliştirmiştir. Buna göre Hıristiyan ahlakı, Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri düzenliyordu. Tanrı ile kul arasındaki ilişki zamana ve mekana göre değişmeyen bir karakter arz ediyordu ve bu sebeple de Hıristiyanlığın evrensel anlayışı bu ilişkiyi düzenleyecekti. Diğer taraftan Immanuel Kant’ın felsefesinden ve genel olarak tarihselci anlayıştan etkilenen Ritschl, insanların kendi aralarındaki ilişkilerin ise zamana ve mekana göre değiştiğini söyleyerek burada seküler bir ahlak anlayışının geçerli olduğunu, bunu tayin edenin de yine insan olduğunu söylüyordu. Ritschl’in bu ahlak düalizminden etkilenen Naumann, Protestan inancından da vazgeçmeden tarihselci bir etik ile sosyal olayların merkezinde yer alabilmenin yolunu da keşfetmiş olacaktır.
Naumann, 1881’de Alman Öğrenciler Birliği’nin kuruluşunda yer almıştır. Almanya’da siyaset eğilimli birçok gencin ilk adresi olan bu birlik, zaman zaman Yahudi düşmanı bir siyasetin de merkezlerinden biri haline gelmiştir. Naumann bu şekilde ayrımcı bir siyaseti asla gütmemiş olsa da, 1903 yılına kadar bu örgüt içinde yer almıştır. Diğer taraftan ise diğer kültürel ve siyasi örgütlerle yakınlaşmalar içine girmiştir. Önce Abrecht Ritschl’in Hıristiyan Dünyası dergisinde yazan Naumann, 1893 yılında ise kendi kurduğu Yardım dergisinde yazmaya başlamış ve etrafında aralarında Max Weber’in de olduğu bir entelektüel kitle oluşmuştur. Önceleri Adolph Stoecker’in öncülük ettiği Hıristiyan Sosyal siyasetten etkilenen Naumann, daha sonradan bu çizginin gittikçe aşırılaşması sebebiyle buradan ayrılmıştır. Aynı zamanda 1890 yılında kurulan Evanjelik Sosyal Kongre’ye de dahil olan Naumann burada da etrafına özellikle genç entelektüelleri toplamış ve sosyal sorunlar karşısında Protestanlık temelinde nasıl hareket edilmesi gerektiğini sorgulamıştır. Daha sonraları yukarıda belirttiğimiz ahlaki düalizmi kabul ederek daha seküler bir temelde hareket etmeye başlayacaktır.
1890’ların ikinci yarısı Naumann’ın siyasi düşüncelerinin olgunlaştığı dönem olarak kabul edilebilir. Naumann inançlı bir Protestan ve ahlakçıdır, ama sosyal sorunları seküler etik ile çözmenin gerekliliğine inanır. Sosyal reformcudur, işçi sorunlarının çözülmesini birinci sıraya koyar, ama sosyalist değildir. Liberalizmin bütün varoluşsal temellerini kabul eder, sanayi ve burjuvayı önemser, ama kapitalist değildir. Bir Alman milliyetçisidir, ama bu milliyetçilik halk temellidir, Almanlığa katkı yapan bütün unsurları içine alır, ırkçı ya da o zamanlar da görüldüğü üzere Yahudi düşmanı değildir. Naumann tam anlamıyla sosyal dengeyi sağlamanın peşindedir. Almanya’da 19. yüzyılın başından itibaren “siyasi orta” olarak tanımlanan ve gücünü orta tabakadan alan siyasi çizginin sürdürücüsüdür. 19. yüzyılın başında millî liberal olarak adlandırılabilecek bu çizgi, 20. yüzyılın başında sosyal veya sol liberal olarak adlandırılmaktadır.
Naumann’ın siyasi düşüncesinde iki unsur öne çıkmaktadır: Bunların ilki sosyal problemler karşısında bir sosyal reform gerekliliği, ikincisi ise güçlü bir devlet fikridir. Sosyal reform gereklidir, zira güçlü bir toplum için sınıflar arasında birinin diğerinden daha baskın olmadığı bir denge kurulmalıdır. Güçlü bir devlet gereklidir, zira sosyal reformların garantisi olacak, dışarıya karşı içerideki toplumu, millî varlığı, milleti koruyacak bu güçlü devlet olacaktır. Bu sebeple II. Wilhelm’in imparatorluğu güçlendirme yönündeki siyasetlerine destek verir. Bunların en önde geleni de uluslar arası sularda etkili olacak Almanya’ya ait yeni bir filo kurulması ile ilgilidir. 1890’ların sonu ve 1900’lerin başında Alman kamuoyunu yoğun bir şekilde meşgul eden bu “filo siyaseti”ne Naumann kesin bir şekilde destek verecektir. O bir yandan toplumun demokratikleşmesini ve sosyal denge sağlanmasını öngörürken, diğer yandan “sosyal bir imparatorluk” fikri ile hareket etmektedir. Naumann bu düşüncelerle 1896 yılında başarısız sayılabilecek bir deneme olarak Nasyonal Sosyal Birlik adı altında bir parti kurar. İç bütünlüğün sağlanamadığı bu parti 1903 yılında Liberal Parti ile birleşir, 1905’te ise Alman Halk Partisi ile Şansöliye Berhard von Bülow’un kurduğu hükümete 1909 yılına kadar destek verir. Partilerin kurduğu bu birlik Bülow Bloğu olarak anılmakta, Naumann’ın 1919’da kuracağı ve 1920’deki ölümüne kadar başkanlığını yapacağı sosyal/sol liberal siyasetin çatı partisi olan Alman Demokratik Partisi’nin (1930’da Devlet Partisi adını alır) temelini oluşturmaktadır.
Mitteleuropa
Friedrich Naumann ismini araştırdığımızda karşımıza çıkan şeylerin başında “Orta Avrupa” (Mitteleuropa) siyaseti gelmektedir. Aslına bakılırsa Mitteleuropa Naumann’ın 1915 yılında Cihan Harbi sürerken yazdığı ve sadece Almanya içinde 100 binin üstünde satmakla kalmayıp savaş sırasında başka dillere de tercüme edilen kitabının adıdır ve savaş sonrasında Almanya’nın Orta Avrupa denilen bölgede, özellikle de Balkanlar’a doğru iktisadi ve sosyal nüfuzunu artırmasını konu edinmektedir.
Orta Avrupa düşüncesi aslına bakılırsa 19. yüzyılın başından itibaren Almanların gündeminde olmuştur, zira bu konu sadece Alman İmparatorluğu’nun nüfuzunu artırması ile değil, aynı zamanda Almanların birliğini sağlaması ile de bağlantılıdır. 19. yüzyılın başında iki büyük Alman gücü, Prusya ve Avusturya bir mücadele halindedir ve her biri kendi güçleri altında bir Alman birliği kurma peşindedir. Avusturya Habsburg imparatorluğunun mirasını taşımak suretiyle, Prusya ise genç ve dinamik bir güç olarak bu iddiayı sürdürmekte ve gerek diğer Alman prenslikleri gerekse doğu ve batıdaki diğer devletçikleri etkileri altına almaya çalışmaktadırlar. Bu süreç içinde belki ilk somut adım Alman iktisatçı Friedrich List’in (1789-1846) “orta Avrupa ticaret alanı” fikrinden türeyen ve 1834 yılında hayata geçen Alman Gümrük Birliği olmuştur. List önceleri klasik liberal anlayışa sahipken sonradan sürgün olarak gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde koruyucu gümrük politikalarını görmüş ve bunu hemen sahiplenmiştir. Buna göre List, İngiltere’nin gelişkin sanayisi karşısında Alman sanayinin büyüyebilmesi için Alman toprakları içinde gümrükler kaldırılırken, dışarıya karşı koruyucu gümrüklerin tutulması fikrini benimsemiştir. Zamanla söz konusu gümrüksüz alan doğuya ve batıya doğru genişlemeye devam edecektir. Fakat bu alanı güvence altına alacak güçlü bir siyasi yapıya da ihtiyaç vardır. Orta Avrupa düşüncesi aslında Almanların iktisadi ve kültürel olarak genişleyebilecekleri bir hayat alanı (Lebensraum) fikrine dayanmaktadır.
Orta Avrupa düşüncesinin temelleri Alman gümrük birliğinin ve daha sonrasında 1871’de Almanya’nın siyasi birliğinin sağlanması ile gerçekleştirilmiştir. Fakat Almanya her geçen gün büyümekte ve yeni tehlikelerle karşı karşıya kalmaktadır. Zaten asırlardır doğudaki ve batıdaki güçlü devletlerin ortasında işgal tehlikesi altında yaşamıştır Almanlar. Bunun en acı örneği, Napolyon savaşları sırasında görülmektedir. İşte bütün bu siyasi, kültürel ve iktisadi mirasın altında Friedrich Naumann, 1915 yılında kitabı yazarken şöyle bir manzara tasvir eder: Savaş sonrasında dünya Anglo-Amerikan ve Rus-Asyatik iki kampa ayrılacak ve orta Avrupa ile Almanya bu ikisinin arasında kalacak. Naumann’a göre Orta Avrupa ile Almanya’nın kültürel ve iktisadi güvenliğini sağlamak için, Almanya’nın Avusturya-Macaristan’ın ve bu iki Alman gücüne ek olarak Romanya ile Balkanlar’ın da dahil olduğu konfederatif bir yapı kurulmalıdır. Bu kesinlikle Almanya’nın diğer toplumları siyasi, kültürel ya da iktisadi bir sömürüsü anlamına gelmemektedir. Fakat liderliğini Almanya’nın yapacağı ve dolayısıyla Almanların nüfuzu altında kabul edilebilecek ve bütün toplumlara hitap edecek bir hayat alanı kurulacaktır. Bu Orta Avrupa siyaseti şüphesiz Almanya’nın Cihan Harbi’nden yenik ayrılması ve Naumann’ın daha yeni siyasetler geliştirmeye vakit bulamadan 1920’de ölmesi üzerine en azından Naumann’ın çizdiği yol haritası olarak gündemden düşecektir.
Naumann ve Ermeni sorunu
Burada son olarak Naumann’ın Ermeni sorunu ile ilgili düşüncelerine yer vereceğiz. Naumann’ın bu konudaki düşünceleri Almanya’nın bir millet ve devlet olarak varlığı ile yakından ilgilidir. Ona göre II. Abdülhamid döneminde Ermenilere karşı büyük bir kıyım yaşanmış olmakla beraber, bunu Türklerin meşru müdafaası olarak görmek mümkündür. Fakat bu meşru müdafaa Ermenilerden çok İngiltere gibi emperyalist devletlere karşıdır, zira İngiltere, Rusya, Fransa gibi Almanya dışındaki büyük devletler Osmanlı içindeki azınlıkları insan hakları, medeniyet, insanlık gibi kavramlar altında destekleyerek Osmanlı’nın parçalanmasını hızlandırmaya çalışmaktadırlar. Oysa böyle bir durum, iktisadi olarak güçlü olmadığı bir dönemde Almanlar için zararlı olacaktır. Naumann, Almanların zamana ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Söz konusu olan Hıristiyanların iyiliği ise, bunun en iyi yolu Almanların güçlenmesinden geçmektedir. Naumann’ın bu şekilde Bismarck’tan itibaren şekillenen ve II. Wilhelm döneminde hızlanan Osmanlı-Alman iktisadi işbirliğini destekleyici bir konum aldığı görülmektedir.
1898’de II. Wilhelm’i Yakın Doğu gezisi sırasında ona eşlik eden Naumann, bu gezi sırasında Türkiye’ye ve Ermeni sorununa dair yakın gözlemler yapma fırsatı bulmuştur. Sonradan Ernst Jäckh aracılığıyla yürütülen İttihat ve Terakki Cemiyeti ile işbirliğini de destekleyici bir konum almıştır. Hatta 1917 senesinde Türk-Alman dostluk derneği Dostluk Yurdu’nun temel atma gecesinde Galatasaray Lisesi’nde bir konuşma da yapacaktır. Fakat Naumann’ın Ermeni sorununda aldığı bu pozisyon Almanya’da tartışmalara da yol açmıştır. Ermeni sorunu ile ilgili çalışmaları ile tanınan Papaz Johannes Lepsius o yıllarda zaten kadim bir Hıristiyan halk olan Ermenilerin barbar Türkler tarafından katledildiklerini söylemektedir. 1900 senesinde Naumann ve Lepsius bir kongrede karşı karşıya geldiklerinde Ermeni sorununu da tartışırlar. Lepsius, bir Hıristiyan olarak Ermenilerin yanında yer alıp Almanya’nın dünya siyasetinin Hıristiyan temeller üzerinde kurulmasını savunurken, Naumann buna karşı çıkmış, iktidar ve dini birbirinden ayıran Luther geleneğine referans yapmak suretiyle siyasetin ayrı bir alan olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz üzere, Naumann Almanlığın güçlenmesinin Hıristiyanlığın asıl silahı olduğunu düşünmektedir. Güçlü bir Alman varlığı bütün bir Ermeni sorunundan daha önemlidir ona göre.
Kaynakça
Schmuhl, Hans-Walter. “Friedrich Naumann und die Armenische Frage: Die Deutsche Öffentlichkeit und die Verfolgung der Armenier vor 1915.” Son ziyaret Kasım 26, 2014.
http://www.hist.net/kieser/aghet/Essays/EssaySchmuhl.html
Stråth, Bo. “Mitteleuropa: From List to Naumann.”European Journal of Social Theory 11 (2008): 171-183.
Shanahan, William o. “Friedrich Naumann: A Mirror of Wilhelmian Germany.” The Review of Politics 13 (1951): 267-301.