Bu sayfalarda tarih ve tarif görmeye alıştınız, biliyorum; ama suyun tarihi insanın tarihinden daha eski. Ayrıca her tarifin içine giren su tarif edilebilir bir şey de değil maalesef. Yemek pişirmeye su lazım, ekmek pişirmeye, su, çay demlemeye, kahve yapmaya, turşu kurmaya, reçel kaynatmaya,… Bunların hepsine değişik aşamalarda ve farklı miktarlarda da olsa su gerekiyor. Mesele suyun kendisi olduğunda ise, tarif edemediğimiz içine “tarife ihtiyacı yoktur” deyip geçmek zorunda kalıyoruz. Nitekim buraya 2H yazsam ve su işte böyle elde edilir desem komik olmaz mı?
Gariptir işte, su elde edilemez. Su ihsan olarak gökten yağar, yerden kaynar. Malzemeler derlenerek su yapılmaz. Su alınmaz, satılmaz. İnsanlara 1 numaralı gıda ikramıdır çünkü su.-Suyu anlatmanın başka yolu yok.- Gerçi zaman zaman ulaşılması zor noktalarda bulunur; taşımak, hatta taşı delip çıkarmak gerekebilir; ama ekseriya burnumuzun dibinde, elimizin altındadır su. Dolayısıyla karşılık beklemeden birbirimize ikram etmemiz gerekir. Hastalara ve yaralılara su vermeyi ise daha özel değeri olan bir görev sayarız. Bu görevin somutlaşmış bir hatırası vardır İstanbul’da. İstanbul’un fethi esnasında askerlerin susuzluğu had safhada iken, kimsenin tanımadığı ak sakallı bir ihtiyar belirmiş. Sırtında küfesi, maşrapa maşrapa su dağıtmaya başlamış askerlere. Şehir alındıktan sonra, bu ihtiyarın anısına bir türbe yaptırılmış, ama ismini kimse bilmediği için, bir anda ortaya çıkmasına göndermeyle “Zuhurat” Baba demişler adama. Türbesi Bakırköy’dedir; ziyaret edip bir Fatiha okuyabilirsiniz ruhuna.
Yalnızca sevdiklerimize, ahbabımıza değil, her insan evladına ikram etmekle yükümlüyüz suyu; düşmanlarımızdan bile esirgeyemeyiz. Aşkına karşılık bulamayan sevdalı onun için “Bari bir su ver!” der sevdiğine. Nefes almak gibi bir ihtiyaçtır zira su içmek. Görünürde sebep yokken ölüveren insanlar için dünyada içecek suyu tükenmiş denmesi bundandır. Amansız bir hastalıktan mucize eseri kurtulanlar için de içecek suyu varmış deriz aynı mantıkta. Siz buna isterseniz kaderciliğin sudaki yansıması deyin. Suda yansıması olmayan neyimiz var ki?
Evet, düşmanımıza bile ikram ederiz suyu ve bize su ikram edene öyle güzel dileklerde bulunuruz ki, başka hiçbir iyiliğe o biçim mukabele edilmemiştir dünyada. Su gibi ömrün olsun deriz. (Bunu şiirselleştirenler de vardır: “Çerezin üzüm olsun / Düğünün güzün olsun / Su ömrün uzun olsun!”) Bununla uzun ömür dilemenin yanı sıra, beşikten mezara ve sonrasına kadar olan sürekliliğe de gönderme yapılmaktadır. Irmağın gözesinden çıkıp, yatağından akarak denize döküldüğü, sonra o suyun buharlaşıp, bulutlara taşınarak yeniden yağdığı gibi; insanın da doğduğu, ömrünü tamamlayıp kabre gireceği ve vakit geldiğinde haşrolup yeniden dirilteceği kastedilir “su gibi ömrün olsun” duasıyla. Ayrıca su nasıl kaynakla delta arasında kesintisiz olarak ve yatağından hiç ayrılmadan akıyorsa, kişinin de ölünceye kadar doğru yolu terk etmemesi dilenmektedir.
Su ikramına verdiğimiz bir diğer karşılık da Su gibi aziz ol! Dileğidir. Peki, suyu niye aziz biliriz? Bu soruya basitçe, gökten indiği için diye cevap verilebilir belki, ama işin özünde çok daha derinlikli bir düşünce; sudan yaratılmış olmanın, her canlının sudan yaratılmış olmasının doğurduğu hürmet yatmaktadır. Yerkürenin yaklaşık yüzde 65’i sudur; insan bedeninin de öyle. Kainatın 100 sayfalık bir fıhristi dersek yeni insana, bu fıhristin 65 sayfasını su oluşturmaktadır. Sırf bu sebepten değil belki ama en başta bu sebeptendir insanın suya benzetilmesi. Delikanlılık çağındaki insan kâh coçkun akan ırmağa, kâh boz bulanık sele benzetilir. Orta yaş ise durulma dönemi olarak görülür. (“Coşkun sel gibiydim, yoruldum gayrı / Nice güzel gördüm, hep ayrı ayrı / Hakikatte gönül bir imiş meğer!” Suyun türkülerimizdeki diğer tezahürlerinin görmek için sayfaları çevirip Bayram Bilge Tokel’in yazısına bakmanız yeterli olacaktır.) Bazen de bekarlık akışkanlığa, evlilik durulmaya benzetilir. Bunun için, evi ev edenin kadın olduğunu da hesaba katarak, Herif seldir, karı göldür demişler büyüklerimiz.
Yaradılışın değişmez özüdür su ve bu itibarla saflığın da simgesi olagelmiştir. -Kaldı ki evrim teorisini de izlesek, hayatın başlangıcını suya ve azota bağlamamız icap edecektir yine. (Gülün diye söyledim!)- Suyun bu saflığı ve yüceliği, suya yapacağımız muameleyi de belirler. Suyu kirletmek hoş karşılanmaz. Suya tükürülmez, suyun içine abdest bozulmaz. Bunun bir nedeni de suyun temiz olmasının yanında temizleyici olmasıdır. -Abdest suyla alınır.-
İyilikseverliğimizden nasiplenen sadece insanlar değildir, zira biz Türkler buram buram ırkçılık kokan hümanizmden hiç nasiplenmemişizdir elhamdülillah. Balıklara yem vermek için dere kenarına gittiğimizde kurbağaları ürkütmekten çekiniriz. (Ettiği hayır ürküttüğü kurbağaya değmez deyimi nereden çıktı sanıyordunuz?) Hayvanlar da su içsin diye köylerdeki çeşmelerin yanına yalaklar yapmışızdır. Hatta bazı çeşmelerin yanında, büyükbaşlarla beraber küçükbaşlar da su içebilsin diye kademeli olarak alçalan iki-üç yalak bulunur. Bu kombinasyona kurun denir. Kimi kurunların üzerinde de, muhtemelen hayvanlara tuz vermeye yarayan alçacık damlalar vardır.
Tabi çeşmelerden ibaret değildir su dağıtımına yönelik hayratlar. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşayan su sıkıntısını çözmek için Mimar Sinan tarafından yapılanlar başta olmak üzere, suyu biriktirmek için sarnıçlar ve bentler, ölçerek dağıtmak ve dağıtılan suyun basıncını ayarlamak için su terazileri, su taşıyan boruların arazideki engebelerden etkilenmemesini sağlamak için su kemerleri yapılmıştır. – İstanbul’un adını hatırlamadığım bir beldesinin belediye başkanı bir keresinde, beldesinin su sıkıntısının boyutları hakkında fikir vermek için “Biz göreve başladığımızda bazı mahallelerimizin sakinleri su ihtiyaçlarını hâlâ Mimar Sinan’ın döşediği borulardan karşılıyorlardı.” demişti.-
Ecdadın hassasiyetini ve hayırseverliğini belgeleyen uç bir örneği anmadan bu bahsi geçmek uygun olmayacak: Istranca dağları üzerinde kurulmuş öyle bir sarnıç var ki dudak uçuklatıcı: Kar sarnıcı. Eskiden Ramazan yaz aylarına denk geldiğinde, bu sarnıçta biriken karlar kalıplar hâlinde kesilerek şehre getirilirmiş. Bu karlar kaselere konup, üzerine pekmez döküp iftarlık olarak sunulurmuş halka. Nerede o halk, o sarnıçlar nerede şimdi? Diye sormak konuyu dağıtacak. En iyisi geçelim.
Daha geniş bilgi için birkaç sayfa geriye, Şaban Akbak’ın yazısına göz atabilirsiniz. Biz gelelim suyun temizleyici tarafına. Öyle ya, su sadece içmek için değil, yıkanmak için de en uygun sıvı. Ecdat bunu da hesaba katmış ebette. Pek çok belde de hayrat olarak hamamlar, hatta hem erkekler hem kadınlara aynı anda hizmet verebilsin diye çifte hamamlar yapmaları başka neyle açıklanabilir ki? Bunların da en meşhuru, tahmin edebileceğiniz gibi Mimar Sinan’ın eseri olan, Sultanahmet ile Süleymaniye arasındaki çifte hamamdır. -Gerçi artık Kültü Bakanlığı müzesi olarak hizmet(!) vermekte.-
Suda yansımazı olmayan neyimiz var ki, demiştik. O zaman suda yansıması olan nelerimiz varmış, bakalım. Öncelikle kendimiz yansımışızdır suda. Hayat bakışımızın, kainata bakışımızın yansımalarını suda görmek mümkündür. Ömrümüzün safhalarını suyun hâllerine benzettiğimizden bahsetmiştik. Sudaki aksimiz bundan ibarettir sanılmasın. Atasözlerimiz ve deyimlerimiz bu akislerle doludur. İyilik yap, denize at; balık bilmezse halik bilir deriz mesela. Suyun ağır akanından, insanın yere bakanından korkarız. Bilgeliğin getirdiği ağırbaşlılığı Derin su yavaş akar diye söyleriz. Halim selim demeyiz de bazen, suyu yumuşak deriz. Hırçın tiplerin zaman zaman suyuna gideriz ki cızırtı çıkmasın. Ama bu yüzden kendisini bir şey sanıp işi zorbalığa dökerse karşımızdaki, suyu ısındı demektir. Dalavereciler için adamı suya götürüp susuz getirir deriz. Böylelerinin suyuna pilav haşlanmaz!
Koca âlemdeki küçücük yerimizi “derya katre”(denizde damla) eğritilemesiyle özetleriz. Tasavvuf denince aklımıza gelen ilk isimlerden olan Yunus Emre, su dolabına benzetir kendini: “Beni bir dağda buldular / Kolum kanadım yoldular / Dolaba layık gördüler / Anın için inilerim!” Dolabın vazifesinin dereden alıp tarlaya vermek olduğu göz önünde bulundurulursa, Mevlânâ’nın semasıyla arasındaki paralellik görülecektir.
Dünyanın bin bir türlü hâlini suya nispetle betimleriz. Hayat şartlarının zorluğuna darboğaz demişizdir. Her nevi felakete tufan deriz. Bir meta çokça bulunuyorsa gökten yağıyordur veya onun içinde yüzüyoruzdur; bittiyse suyunu çekmiştir. Beyhude uğraşmak için akıntıya kürek çekmek deyimini kullanırız. Belki en başta girmemiz gereken kısmına geldik konunun nihayet. Suyun gündelik hayatımızdaki yeri de suyu aziz bilmemiz etrafında şekillenmiştir. Suya değer verdiğimizden, su israfına hiç tahammülümüz yoktur. Bunun için testinin ağzını geniş, namlusunu dar yaparız. Ağzı geniş olmalıdır ki doldururken dışına su dökülmesin. Namlusu ise dar olmalıdır ki az az akıtsın, ihtiyaç fazlasının alınamamasında kolaylık sağlasın. Yolculuğa çıkarken yanımıza alacağımız su az ise deriden yapılma kırbaya, fazla ise ağaçtan veya topraktan yapılma küfeye koyarız. İbrahim peygamberden bir hatıra olarak hacdan getirilen zemzeme hürmetimizi, damlasını bile israf etmeyecek şekilde, küçücük bardaklarda ve şifa niyetine içerek gösteririz. Bunun için özel olarak yapılmış zemzem fincanları vardır. Bu genç kızın çeyizinin zenginliğinin başlıca işaretlerindendir zemzem takımı.
10 kişiye sorun tüm zamanların en iyi şairini; Dokuzuncu Fuzuli diyecektir. Şimdi o dokuz kişiye Fuzuli deyince akıllarına ilk ne geldiğini sorun. Dokuzu da “Su kasidesi” cevabını vermezse ben buradayım efendim. Beklerim. Dokuzu da aynı cevabı verecektir. Fuzuli’nin şiiri suya nasıl hürmet ettiğimizin ne güzel göstergesidir. Şimdi dergiyi okuduktan sonra kütüphanenize dönün -bir nüshasının sizde de bulunmamasına imkan yok!- ve baştan sona okuyun su kasidesini.
Suya verdiğimiz değerin bir diğer göstergesi de rüya tabirlerimizdir. Rüyada su görmek aydınlığa, suda balık görmekse kısmete işaret sayılır. “Alt tarafı bir içecek, bu kadar da tazim fazla!” mı diyorsunuz? Anasır-ı erbaa’dan (dört unsur, element: Toprak, su, hava, ateş) olan bir unsurdan bahsediyoruz; lütfen! Yaşamın temelinden bahsediyoruz yani. Modernite bize hayatımızın tamamen su üzerine kurulu olduğunu unutturmuş olabilir ama bunu hatırlamak için öyle büyük bir çaba harcamamız da gerekmiyor. Vatan bellediğimiz toprakları şöyle bir düşünün. Üç tarafı denizlerle çevrili, iki yarımadadan oluşan bir ülkede bulunuyoruz. Yurdumuzun her yanında, sayısını bilemediğimiz kadar göl var.
Çevremizdeki denizlere dökülen onlarca ırmak, dere akıyor vadilerimizden. Yemyeşil ormanlarımız neyle besleniyor sanıyorsunuz? Envai çeşit ve rengarenk çiçeklerimiz canlılıklarını neye borçlu? Üzümü olduran, karpuzu dolduran nedir? Balıklar neyin içinden çıkıyor? Kupkuru bir dal getirin gözünüzün önüne; bir de yemyeşil bir dal. Diri bir çiçek düşünün; bir de yaprakları buruşmuş, boynunu bükmüş çiçek. Aradaki farkın adıdır su. Bir düşünün; ya su olmasaydı? Yo, hayır, musluklardan akmasaydı değil; su hiç olmasaydı… Ne olurdu?