Vaktiyle Kılavuz dergisinde enstrümanların tarihçelerine değinen bir yazı dizisi hazırlamayı düşünmüştük; ama büyük ölçüde benim tembelliğimden, biraz da yazı dizisine bir türlü tatmin edici bir kapsam belirleyemediğimizden, kendi enstrümanım üzerine yazdığım dengesiz bir yazının ötesine geçemedi proje; öyle olunca o yazı da karalamalar klasöründe kalakaldı. 8 buçuk yıl…
Kılavuz’un yeniden yayıma başlayacağını öğrenince bunu gurur meselesi yaptım; “Bu derginin hiçbir sayısı bensiz çıkmadı, yeni sayıları da bensiz çıkmamalı!” diye tutturdum. Sağ olsunlar, anlayış gösterip karalamalar klasörümü raftan indirmeme müsaade ettiler. Endişe buyurmayın; tek ve dengesiz bir yazıyla kalmayacak, dört yazılık dengeli bir dizi hazırlamaya çalışacağım. Bunlar davul takımı odaklı bir vurmalılar yazısı, gitar odaklı bir telliler yazısı, saksafon ve flüt odaklı bir üflemeliler yazısı ve klavye odaklı bir tuşlular yazısı olacak. Odaktaki çalgılar rock türünde kullanılan çalgılar, zira benim öncelikle ilgilendiğim müzik türü rock, hususiyetle progressive rock. Bilhassa ilk yazı biraz fazla odaklı olmanın yanı sıra mevsimlik Kılavuz’un kompozisyonu içinde biraz fakir ve epey hafif kalacaktır; ama tahammül buyurursanız devamında biraz toparlayacağımı umuyorum.
Bu yazıda, tarihten bugüne davula bir göz atacağız. Davul takımının ana unsurlarını tanıtarak başlayacak yazı, davulun ve zilin tarihçeleriyle devam edecek, günümüzde kullanılan -ve genellikle “bateri” tabir edilen- davul takımının evrim sürecini özetleyerek toparlanacak, progressive rock müzikte davula ve özgün tarzlarıyla öne çıkan üç davulcuya değinerek de bitecek. Maalesef bateri takımıyla yetinmek durumundayım, bu takımın haricinde kalan binbir çeşit vurmalıya eğilemeyeceğim; zira çeşit o kadar fazla ki ne yazıp yayımlamaya bu derginin sayfaları yeter ne de araştırıp öğrenmeye benim vaktim ve gücüm. Merakınız varsa müzik tarihi konulu eserlerde bu konuda da bilgiler bulabilirsiniz.[1]
Öncelikle şu 5 davullu 3 zilli standart bateri takımını kısaca tanıyalım.
Bas davul (bass drum/base drum/cross): Yerde yatık halde duran, önündeki tokmağın bağlı olduğu pedal sayesinde ayakla çalınan davuldur. Şekli bildiğimiz askı davula benzer, sesi de onu andırır. Bateri takımının en pest ses çıkaran parçasıdır. Çoğunun arkasında sesi kısa kesmek için açılmış bulunan ve mikrofon sokmaya da yarayan yaklaşık 15 cm çapında bir delik bulunur. Rock şarkılarında bas gitar, bas davulu baz alarak çalar ezgisini; diğer enstrümanlar da bas gitarı baz alır. Yani aynı zamanda baz davuldur. Sağ ayaklılar sağ ayaklarıyla, solaklar sol ayaklarıyla çalarlar.
Tamtam (tom tom/floor tom): Sağ elli bir bateristin tam sağında, yerde üçayak üzerinde dik duran ve bagetin ucuyla vurularak çalınan, çoğunlukla esas ritme bir katkıda bulunmayıp süslemeler yapmaya yarayan davuldur. Tamtam kökenli davulların en pest ses verenidir.
Büyük ve küçük alto (tom 2 ve tom 1): Çoğunlukla bas davulun üzerine monte edilmiş olarak dururlar, bazense ayrı bir sehpa ile bas davulun üzerinde durmaları sağlanır. Boyut küçüldükçe ses tizleşir. İhtiyaca göre 1’den 8’e kadar değişen sayılarda alto kullanılır, ama standart 2’dir. Pestten tize doğru sıralanışları, tamtamdan trampete doğru sıralanışlarıyla örtüşür. Genellikle süsleme amaçlı kullanılırlar. Tamtam gibi altolar da bagetin ucuyla çalınır.
Trampet (snare drum): Bando takımlarında görmeye alıştığımız bu gürültücü alet, bateri takımının da en önemli elemanlarındandır. Yalnız, bando takımındaki trampete göre biraz daha geniştir ve derinliği çok daha azdır (yaklaşık 15 santimetre). Altına gerili teller sayesinde yüksek rezonanslı, patlar gibi bir ses çıkarır. Bateristin iki bacağının arasında, bir sacayağı üzerinde durur. Trampeti bagetin ucuyla veya sapıyla çalabileceğiniz gibi, dibini trampetin üzerine yasladığınız bagetin kenarını trampetin kasnağına vurarak da düşük volümlü ama çok hoş bir ses elde etmeniz mümkündür. Ayrıca bagetlerinizin ucunu trampetin derisinin üzerine koyup bileklerinizi salındırarak da (bu harekete tremolo denir) arı vızıltısına benzeyen bir ses çıkarabilirsiniz.
Crash: Oturuş pozisyonunda bateristin tam karşısında, yaklaşık olarak başı hizasında duran bu zil aşağı yukarı iki karış çapındadır. Çapına, kalınlığına ve yapımında kullanılan metallerin oranına göre çıkaracağı ses değişir. Crash her türlü çalınır ama genellikle bagetin “boynu” vurularak çalınır ki daha sürekli ve gürültülü bir ses çıkarsın. Esas ritme katkısı yoktur; genellikle ölçüler arası geçişleri, başlangıçları, bitişleri vurgulamak amacıyla kullanılır, ama süsleme amacıyla da kafanıza göre kullanabilirsiniz.
Hi-hat: Birbirine kapak olmuş iki crashten oluşur. Davul setinin vazgeçilmez dört elemanından biridir (diğerleri crash, trampet ve bas davul). Genellikle ritmin ölçüsünü verir. Bateristin ters ayağı hi-hatin pedalı üzerinde durur -çift bas kullanmıyorsa tabii-. Zil ikilisi ise oturuş pozisyonunda yaklaşık olarak göğüs hizasındadır. Hi-hatin ayağı kaldırıp basmak suretiyle çalınması mümkün olduğu gibi, bagetin ucu ya da boynuyla çalınması ve ayağın kuvvetini ayarlayarak çeşitlemelere gidilmesi de mümkündür.
Ride: Tamtamla büyük altonun arasına ve arkasına gelecek şekilde yerleştirilen, crashe göre çok daha kalın ve daha geniş (yaklaşık 20 inç çapında) bir zildir. Çoğunlukla bagetin ucuyla, bazense çeşitlilik veya daha yüksek volüm için boynuyla vurularak çalınır. Crashten farklı olarak, rideın kenarına değil üzerine vurulur. Zilin ortasına yaklaştıkça çıkan ses netleşir, tizleşir, tokluk kazanır ve volüm kaybeder. Göbeğine vurulduğunda ise tiz bir çınlama çıkarır. Hi-hatin alternatifi olarak kullanılabileceği gibi onunla beraber çeşitleme amaçlı da kullanılabilir.
Davul takımı elbette bu haliyle gökten inmedi; enstrümanların binlerce yıllık gelişiminin üstüne davul takımının da onlarca yıllık bir evrim süreci var. Şimdi sırasıyla bunların hikayesine geçelim.
Davullar
Davulun tarihi neredeyse müziğin tarihiyle başlıyor. İlk müzik aletinin vurmalı olduğunaysa şüphe yok. Dolayısıyla ilk davulun ne zaman icat edildiğini bilemiyoruz. Nerede icat edildiğine dairse biraz fikrimiz var: Bugünkü davul takımında “alto” ya da “tom” tabir edilen davullar Afrika tamtamlarından geliyor; “bas davul” dediğimiz büyük davulsa büyük olasılıkla Hindistan kökenli. Bir başka deyişle darbuka, kudüm, trampet ve sairenin kökeni Afrika’ya, askı davulun ve bas davulunkiyse Hindistan’a dayanıyor. Afrikalıların Hintlilerden çok daha önce davul kullandığı sanılıyor ama Hintlilerin davulu Afrikalılardan almış olmalarına pek ihtimal verilmiyor. Neyse, biz işimize bakalım. Afrikalı kabileler hem haberleşmek hem de şarkılara eşlik etmek amacıyla, oyulmuş ağaç gövdelerine çeşitli hayvanların derilerini gererek ilk tamtamları yapmışlar. MÖ 2000 civarında Afrika’yı keşfe çıkan Yunanlılar, dönerken yanlarına birkaç davul da almışlar, ama o davulları çalgı değil de otantik süs eşyası olarak kullanmışlar daha ziyade. Davulu bir müzik aleti olarak takdir edebilmek, MÖ 200 civarında Yunanistan’ı ve Kuzey Afrika’yı işgal eden Roma İmparatorluğu’na nasip olmuş. Romalılar hem ordularında hem de orkestralarında kullanmışlar davulu; tabii, Afrikalıların kullandıkları gibi değil, kendi ritim anlayışlarıyla.
Sonra (bilmiyoruz ne zaman), bu davulların tekdüze seslerini biraz renklendirmek istemiş bazı Kuzey Afrika kabileleri. Davulun altına hayvan bağırsakları -“E insan bağırsağı olacak değil herhalde!” diyebilirsiniz şimdi; ama bir söylentiye göre büyük kemancı Nicolò Pagannini, kemanının sol telini, (yine aynı söylentiye göre) öldürdüğü karısının bağırsağından yapmış, ya!- gererek rezonansı yükseltmişler. 8. yüzyılın sonlarında, Emevilerin İspanya’ya yerleşmeleriyle birlikte Avrupa kıtası bağırsaklı davulla (bugünkü adı trampet) tanışmış. Tabii, zaman içinde, teknolojinin de gelişmesiyle birlikte, bağırsak yerine metal teller kullanılmaya başlanmış. Ağaç gövdesi yerine iki ucuna metal kasnaklar geçirilmiş plastik/ahşap/metal silindirlerin kullanılmaya başlanmasıyla da bugün bildiğimiz trampet şekillenmiş.
Gelelim bas davulun hikayesine. Genellikle koca bir tokmakla çalınan, Afrika davullarına göre çok daha pest ve tok bir ses çıkaran bu davulların ilk olarak Hindistan’da kullanıldığı kabul ediliyor. Hintlilerle ilişkisi olan toplumların çoğu gibi biz Türkler de kısa sürede benimsemişiz davulu ve ilk zamanlar haberleşme amaçlı, sonralarıysa aynı zamanda müzik amaçlı olarak kullanmaya başlamışız. Avrupalıların bas davulla tanışması da bizim sayemizde olmuş. İlginçtir; Hindistan’a o kadar gitmiş gelmişler ama bas davulun sunduğu imkanları bir türlü görememişler. Ne zaman ki Kanuni Sultan Süleyman’ın mehteran bölüğünü görmüşler, ancak o zaman anlamışlar bas davulun (mehter takımındaki baş davul ve kös) ne işe yaradığını ve hemen kullanmaya başlamışlar orkestralarında.[2] Böylelikle bugün kullandığımız davul takımının davulları esas olarak tamamlanmış, 16. yüzyılın sonlarına doğru.
Ziller
Hintlilerin MÖ 1500 civarında zil kullandıkları tahmin ediliyor. Orta Doğu’da MÖ 11. yüzyıl civarında kullanıldığına dair de bulgular var. Asya’daki diğer topluluklara yayılması da uzun sürmemiş. 8. yüzyıldan itibaren Ermeniler zil yapımında ustalaşmaya başlamışlar. -En meşhur zil markası niye Zildjian (okunuşu: “Zilciyan”) sanıyorsunuz?- Avrupa kıtasının zille tanışması ise Haçlı Seferleri sayesinde -yani büyük ölçüde yine bizim sayemizde- olmuş. Allah’tan, davul konusunda gösterdikleri basiretsizliği zil konusunda göstermemişler; bunun bir müzik aleti olduğunu hemen anlamışlar ve kullanmaya başlamışlar. Tabii, o zamanlar kullanılan zillerle bugün kullanılan ziller arasında biraz fark var, ama özde bir değişiklik olmamış: o zaman da bakır-kalay-gümüş alaşımından yapılıyormuş zil, bugün de aynı üç metalin alaşımından yapılıyor. Bolca bakır, biraz kalay ve azıcık da gümüş. Bunların ideal oranı, bu oranı bulan simyacı Avedis Zilciyan ve çocuklarından itibaren kuşaktan kuşağa aktarılır ve sır gibi saklanır.
Zil yapımı, sıcak sıvı alaşımla başlar. Alaşımın içine önceki zillerin artıkları da katılır, adeta hamur yapımında kullanılan ekşi maya gibi. Bu alaşım istenen sıcaklığa geldiğinde -ki bu sıcaklık önemlidir, öyle ısıtabildiğin kadar ısıtmayla olmaz-, içine su konulmuş sıcak tavalara dökülür. Tavada kalın bir disk şeklinde katılaşan alaşımlar fırında ısıtıldıktan sonra iki metal silindirin arasından geçirilerek “çekilir”, yani hamur gibi yayılır. Bu işlem defalarca tekrar edilir ve her defasında diskler bekletilerek soğutulduktan sonra fırında tekrar ısıtılır. Zile sağlamlığını ve dengeli tınısını veren de kısmen bu soğutma-ısıtma işlemidir. Yeterince yayılmış disk soğuk suda şoklandıktan sonra daire şeklinde kesilir, ortasına bir göbek basılır ve göbeğin ortasından delinir. Ardından elde veya makinede dövülür. Elde dövülürse daha zengin tınılara sahip olur, makinede dövülürse daha net bir ses verir ve daha ucuza mal olur. Dövülmüş zil isteğe göre kısmen veya tamamen tornadan geçirilebilir, hiç geçirilmeyebilir de. Torna, zilin hem görüntüsüne hem sesine parlaklık vermenin yanı sıra eğiminin ve kalınlığının hassasça ayarlanmasına yarar. Tornadan çıkan zil, kenarlarına rötuş atıldıktan sonra bir müddet (cinsine göre birkaç günden birkaç aya kadar) dinlendirilerek kullanıma hazır hale gelir.
Günümüzde kullanılan iki tür zil vardır: Türk zili ve Çin zili. Farkları, biçimleridir; Türk zilleri düz olur, Çin zillerininse kenarları kıvrıktır. Orkestralarda ve davul setinde kullanılan ziller Türk zilleridir -En meşhur zil markası niye “Zilciyan” sanıyorsunuz?-. Türk zilleri de yapılarına göre ikiye ayrılır: crash ve ride. Orkestralarda da birbirine vurularak kullanılan zil, crashtir. Görece incedir ve büyük gürültü çıkarır. Ride ise crashe göre çok daha kalın, ağır ve geniş bir zildir. Oldukça tiz, güçlü ve sürekli bir ses çıkarır. Tabii sadece iki çeşit değil ziller; bunun hi-hati var, splashi var, pingi var, gongu var,… ama bunların hepsi crash ve ride’ın türevleri sayılır.
Davulların ve zillerin tarihçesini böylece tamamlamış olduk. Şimdi bunların nasıl bir süreçten geçerek bir araya gelip Voltran’ı, pardon, bateri takımını oluşturduklarına bir bakalım.
Davul takımı
Amerika kıtasını işgal eden Avrupalılar, kıtanın sahiplerini katliama tabi tuttuktan sonra, ayak işlerini gördürmek için Afrika’daki sömürgelerinden bir yığın insan götürdüler Amerika’ya. O insanlar yanlarında davullarını da götürmüş değillerdi tabii, ama Amerika’ya yerleştikten sonra kendilerine davul yapmaları da pek zor olmamış olsa gerek. Sonuçta birçok davulu bir tek kişinin çalmasına imkan verecek biçimde bir araya getirmek ilk olarak Afro-Amerikalıların aklına geldi ve bunu kendi davullarıyla yaptılar. O vakit ayaktakımının müziğiyle hiç kimse ilgilenmediği için bu alet takımıyla da ilgilenen olmadı tabii. Ama zaman geçtikçe ve zenciler davul takımlarına zilleri ekleyip tekniklerini de geliştirdikçe zenci müziği ilgi çekmeye başladı. Zillerin gittikçe daha fazla kullanıldığı zenci ritimleri önce Amerika’da, ardından bütün dünyada popülerleşti. Alet takımı da gelişen teknolojiyle ehlileştirildi ve bugünkü bateri takımına yakın bir şey çıktı ortaya. En önemli fark, hi-hat tabir edilen ve o zaman itibariyle sadece pedalına ayakla basmak suretiyle çalınan zil ikilisinin epeyce alçak ve küçücük olmasıydı. Bu zili geliştirmek de zencilere kaldı. Baktılar ki bagetle de (baget: bateri çalarken kullanılan sopa, davul sopası) çalınabiliyor, üstelik çok daha çeşitli sesler çıkarabiliyor; kocaman crashlerden yaptılar hi-hati ve epey de yükselttiler. Böylece bateri takımı, 90’lardaki tekno patlamasına kadar her yerde karşımıza çıkan 4/4 rock ritmini vurmaya elverişli hale geldi.
Hi-hat’in büyütülüp yükseltilmesinden sonraki değişiklikler, davulun yeni çıkan müzik tarzlarına uyumlu hale getirilmesinden ibarettir diyebiliriz. Yani o zamana kadar davulun yapısı müziğin tarzını etkiliyordu, ondan sonraysa müziğin tarzı davulun yapısını etkiledi dersek yanlış olmaz.
1960’ların başları itibarıyla, yani rock müziğin ’n’roll takısından kurtulmaya başlamasıyla birlikte, şarkıların belli başlı geçiş bölümlerinde davulun atak, yani süsleme yapması alışıldık bir durum oldu ve atak çeşitliliğini sağlamak bakımından ikinci bir alto neredeyse vazgeçilmez hale geldi. Böylece günümüzde de asgari standart kabul edilen, 5 davullu 3 zilli bateri takımı yaygınlaştı. 60’ların sonlarından itibaren, evvelce nadir caz davulcuları tarafından kullanılan çift bas davul, psychedelic ve progressive rock davulcularının elinde, pardon, ayağında (zira elle değil ayakla çalınıyor) popülerleşti. Daha renkli ataklar yapılabilsin diye de altolar dörtlendi, tamtam da çiftlendi. 70’lerde pek çok rock davulcusu crash’i de çiftledi. Bunun yanı sıra, splash denen, crashten de daha ince ve biraz küçük bir zil de kullanılmaya başlandı. 80’lerin başında, heavy metal’in sertleşmeye ve ritim sıkıntısı çekmeye başlamasıyla birlikte metalciler de bas davulu çiftledi. Tabii, aşırı gürültü etmemesi için boyutunu biraz küçülttüler. 70’lerin başlarında iki bas davul almaya parası veya yeri müsait olmayanlar için icat edilmiş olan “ikiz pedal” (twin pedal) da metalcilerden büyük rağbet gördü.
Arada farklı sesler alabilmek için türlü çeşit aletler eklendi davul setine, ama yine de bazıları tatmin olmadı. İşte o bazıları için drumpad denen bir elektronik alet (bir nevi vurmalı synthesiser) tasarlandı. Bu alet zamanla geliştirildi ve müziğin çerez kabilinden sunulduğu ortamlarda davul setinin yerini aldı. Gerçi bütünüyle muzır da sayılmaz bu icat; zira yer darlığından çalışma imkanı bulamayan pek çok davulcu bu alet sayesinde evinde, komşularını rahatsız etmeden çalışabilmeye başladı. Bu arada davulcu bulamayan müzik toplulukları için de drum machine (davul makinesi) diye bir şey (gerçek bir davul setini bir insan yerine bilgisayarla programlanmış bir makinenin çaldığı, otomasyon mantıklı, tekdüzeleştirici, hatasızlaştırıcı; kısacası çok sıkıcı bir alet) tasarladılar.
İşte, davul setinin bugüne kadarki serüveni böyle. Ritim için artık bilgisayarların da yaygın olarak kullanıldığını herhalde söylememe gerek yoktur. 90’ların ortalarından beri her yerde karşımıza çıkan o iğrenç 4/4 tekno ritminden kısmen bu programları yazanların sorumlu olduğunu da. Bu yenilikler sayesinde müzik tutkunlarının evlerinde çalışma yapabilmek gibi bir imkana kavuşmalarına karşılık, müzikten anlamayanlara ve kabiliyet fakirlerine de gün doğdu; ama yine de bütün bunlar klasik bateri takımını yerinden edemedi ve edemeyecek de.
Progressive rockta davul
Progressive rock genellikle melodik özellikleriyle bilindiğinden davulculardan ziyade gitaristler ve klavyeciler ön plana çıkmıştır; ama alışılmadık ve aksak ritimlerin çokça kullanılmasının bir gereği olarak en sıradan progressive rock davulcusunun bile ortalamaya göre hayli iyi bir davulcu olması şarttır. Nitekim daha 60’ların sonlarında yani progressive rockın doğuşunda bile davulcuların özgün stilleri ve ritimleri dikkatli kulaklardan kaçmamıştı. King Crimson’ın progressive rockı resmen başlattığı kabul edilen In the Court of the Crimson King albümünün açılış şarkısı olan “21st Century Schizoid Man”in başlarından itibaren Michael Giles’ın farklı tonlanmış iki bas davulla yaptığı caz etkili ritmik çeşitlemeler, perşembenin gelişini çarşambadan belli ediyordu. Pink Floyd’un Nick Mason’ı da Ummagumma albümünde hiç de caz etkili olmayan, deneyselliğin ucunda bir ritim kompozisyonu sunuyordu. Ama bunlar daha başlangıçtı.
Giles da Mason da progressive rock ve davulcu denince akla ilk gelen isimlerden olmadı. Akla ilk gelen ELP’nin P’si Carl Palmer oldu, hala da progressive rockın altın çağı denince ilk o gelir. Prog ve davul dendiğinde çoğunun aklına ilk gelen üç kişiden diğer ikisi ise Genesis’ten Phil Collins ve Amerikan “progressive metal” grubu Dream Theater’dan Mike Portnoy olur; ne var ki beni ilgilendirdiği kadarıyla Phil Collins renkli bir pop davulcusu olduğundan, “progressive metal” diye bir şey de olmadığından, bu ikisini bu kadarcık anıp geçiyorum. Carl Palmer candır, ayrı. Enerjik tarzı, basit ritimlere kattığı özgün yorumlar ve dinlemesi de izlemesi de ayrı zevk veren ataklarıyla Atomic Rooster’da dikkat çekiyordu zaten; ilk albümden sonra o gruptan ayrılıp kurucu üyesi olduğu ELP’de bulduğu serbesti ile de hem yaratıcı sololarını arttırdı hem de dönen bir platform üzerinde tamamen metalden yapılma bir davul takımını görülmemiş hareketlerle çalmak gibi numaralarla göze daha da çok hitap eden bir davulcu oldu. ELP’nin bütün albümlerinde, ama özellikle Tarkus’ta yaptıklarına muhakkak kulak verilmelidir.
Progressive rockın bütün alt türlerinde çok değerli davulcular var, bunların birçoğu da davulculuğa stil, teknik veya kompozisyon bakımından yenilikler getirmişler, katkıda bulunmuşlardır; ama hepsini büyük bir dikkatle dinlemişliğim olmadığından, dikkatle dinlediklerimin bile hepsine birer paragraf ayırmam mümkün olmadığından ve nihayet yazının bu kısmını öznel tutmaya bir yerde mecbur olduğumdan; bir tek alt türden iki davulcudan daha söz ederek bitireceğim: Zeuhl alt türünde müzik yapan ve ikisi de kendi grubunun lideri ve baş kompozitörü konumunda olan Fransız Christian Vander (Magma) ve Japon Tatsuya Yoshida (Ruins, Kōenji Hyakkei).
Davul çalma tarzı itibariyle cazdan beslenen Christian Vander, 1960’ların sonunda kurduğu Magma grubuyla en dikkat çekici hareketini şarkı sözlerinde yapmıştı: dil icat etmişti. Şarkıların dilinin yanı sıra ezgileri de döneminin müziğinden hayli farklı, özgün bir tarzdaydı. Bu iki özgünlük, Vander’in davulculuğunun öne çıkmasına mani oldu. Zaten kendisi de öne çıkacak kadar gösterişli çalmaz davulu. Fakat ezgiyi ve şanı davulla öylesine güzel destekler ki dikkatle dinleyenler o davulculuğun başlı başına bir sanat değerine sahip olduğunu takdir edeceklerdir. Magma’nın klasik döneminin bütün albümleri, arka planda kendini gereğinden fazla hissettirmeden müziğin diğer unsurlarını destekleyen bu davulculuğun örnekleriyle doludur, bir tanesini seçmek zor; ama davula kulak verince çok daha zevkli hale gelen albüm deyince ilk aklıma gelen, 1974 tarihli Köhntarkösz. Onu fazla karanlık veya acayip bulursanız, grubun yenice albümlerinden 2009 tarihli Ëmëhntëhtt-Ré de Vander’in davulculuğunun tadına bakmak için dinleyebileceğiniz, genel rock müzik dinleyicisine de nispeten daha çok hitap eden, melodik yönü baskın bir albüm.
Vander’in Magma grubuyla icat ettiği zeuhl tarzında müzik yapan Tatsuya Yoshida, haliyle öncelikli olarak Vander’den etkilendi; fakat kendi tarzını oluştururken yararlanabileceği onlarca özgün progressive rock davulcusu da vardı ve Yoshida bu şansı iyi kullanarak terkip itibariyle kendine özgü, son derece enerjik, poliritmiye sıklıkla başvuran, müziği her şeyiyle yöneten bir davul çalma tarzı oluşturdu. Bu tarzı Ruins albümlerinde olanca ağırlığıyla görebilirsiniz. Ancak Yoshida’nın kompozisyon yeteneğini daha bir ağırlıkla ortaya koyduğu ve davulun ağırlığını nispeten az hissettirdiği Kōenji Hyakkei albümleri, uyum içindeki grup müziğine bireysel yetenek gösterilerinden daha ziyade değer veren benim gibi dinleyiciler için daha lezzetli albümlerdir. Dört albüm de birbirinden güzeldir, ama özellikle son albüm olan 2005 tarihli Angherr Shispa tam bir müzik ve ritim ziyafetidir. Deneyin, pişman olmayacaksınız.
Evet, benim enstrümanımın hikayesi bu. Biraz sıkışık bir hikaye oldu, idare ediverin. Bir dahaki yazıda bir başka rock enstrümanını odağa alarak bir başka enstrüman grubunun hikayesinde görüşmek üzere…
[1] Mehmet Kaygısız’ın Müzik Tarihi: Başlangıcından Günümüze Müziğin Evrimi ve Türklerde Müzik başlıklı kitapları, gerek çalgıların ve müziğin tarihi gerekse müzik üzerinden toplumsal ve siyasi tahliller bakımından zengin birer kaynaktır; yeri gelmişken anmakta fayda görüyorum.
[2] Beethoven’ın meşhur 9. senfonisinde bas davul ve kös kullanıldığını biliyor muydunuz? Doğrusu, bu yazı için araştırma yapmaya başlayıncaya kadar ben bilmiyordum.