Türkiye’de felsefe denilince konuyla ilgilenen hemen herkesin aklına gelmesi muhtemel bir sorular düğümüyle karşılaşıyoruz: Bizde felsefe var mı, yoksa neden yok, bizde neden felsefe değil de felsefe tarihi anlatılır, neden filozof değil de felsefeciler var, bize özgün bir felsefe mümkün mü vs… Soruların birbirine düğümlendiği yer; tarih, biz ve felsefe mefhumlarının iç içe geçtiği yerdir, bu yere dair sağlıklı düşünebilmek için sosyolojiyle tarihin birbirine yakınsayan bakış açılarını kullanarak, evvela bugünkü Türkiye felsefe ortamının tarihine, kuruluşuna ve geçirdiği yapısal dönüşüme nüfuz etmek gerekiyor. Sosyoloji, bugün açık veya örtük biçimlerde kendini idame ettiren içsel ve dışsal toplumsal yapıların geçmişine ve bugüne gelişine ilgi duydukça tarihle arasındaki sahte ve suni farkı silebilme kudretini de kazanır. 1933’ten ve Macit Gökberk’ten bahsedeceğiz; Darülfünun’un lağvedilip yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulduğu tarihten ve felsefe yüksek öğreniminde uzun süre merkezî bir figür olarak, ülkenin siyasi güzergahıyla paralel bir felsefe anlayışının inşa edilmesinde başmimarlık rolünü oynamış bir isimden.
Darülfünun’un lağvedilmesinin arka planında 1933’e kadar süregelmiş bir dizi siyasal-toplumsal inkılaplar vardır. Bilhassa 1924’ten itibaren siyaset alanında gücü elinde toplayan kadroların radikal Batılılaşmacı kararları o tarihten sonra ülkenin kültürel ve günlük hayatına yönelir: 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1925’te takvim, saat ve ölçülerde değişiklik, şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, 1928’de Osmanlı alfabesinden latin harflerine geçiş… Tarih trenini, Batı’dan kalkmış olan ve hızla ilerleyen treni yakalamak adına eski, eskimiş olduğu varsayılan, ağırlık yapan ne varsa atılır ve trene arkasından da olsa eklenecek bir vagon olunabileceği umut edilir. 1931’de Türk Tarih Cemiyeti ve bir sonraki yıl Türk Dili Tetkik Cemiyeti tesis edilir; yeni, seküler, muasır medeniyete uygun bir tarih ve dilin inşası amaçlanır. Genç cumhuriyetin yazgısı, çağdaş/modern olanla eşitlenmek olarak tayin edilmiştir ve bu yazgıya koşmak, yazgıya yetişmek için geçmişle vedalaşmak, geçmişi kargışlamak ve irkitmek gerekir. 1931 CHP kongresinde gözler artık eskiden kalma bir kurum olan Darülfünun’a çevrilir: Milletvekilleri Darülfünun’u inkılaplara ayak uyduramamakla suçlar , dönemin Vatan ve Akşam gazeteleri Darülfünun’un bir reformdan geçmesi gerektiğini dillendirir . Darülfünun’da reform ihtiyacı parti programına dahil edilir.
Darülfünun’da reform düşüncesi haddizatında nevzuhur değildir; bizzat görevli hocalar tarafından 1919’dan itibaren tartışılmış ve raporlar hazırlanmıştır. Fakat siyasetçiler, öngörülen reform hamlesinin, meşruiyeti mutlak kabul edilen Batı’dan devşirilecek bir meşruiyete dayanmasını arzu eder. Bu maksatla, İsviçreli bir pedagoji uzmanı olan Albert Malche 1931 yılında Maarif Vekaleti tarafından bir rapor hazırlamak üzere davet edilir. Ne kadar derinlemesine, yerinde ve hakkaniyetli olduğunu tespit edemediğimizi, fakat diğer yandan bir İsviçrelinin ne kadar derinlemesine, yerinde ve hakkaniyetli bir reform raporu hazırlayabileceğini tahmin edebildiğimizi bir kenarda tutarsak, rapor tam da siyasetin beklediği şekildedir: Darülfünun “bilimsel yetersizlik ve üretimsizlik” içindedir, “yöntem ve yabancı dil bilgisinden mahrumdur”, “geleceğin Türk profesörlerini yetiştirebilecek yetkinlikte değildir”. Reis-i Cumhur Mustafa Kemal raporu bizzat okur ve onaylar , Malche başkanlığında bir reform heyeti oluşturulur, Darülfünun 31 Mayıs 1933’te 2252 sayılı kanunla lağvedilerek Maarif Vekaleti’ne bağlı, bütün iç işleyişi bakanlıkça belirlenecek olan İstanbul Üniversitesi kurulur. Toplam 240 hocanın 157’si mevkilerinden uzaklaştırılır; bilhassa Batılılaşmacı inkılaplara mesafeli duranlar, dinî bir eğitimden gelenler ve İslamcı denilebilecek bir siyasi tavra sahip olanlar. Aslında inkılaplara yeterince destek vermemek ve siyasetin güdümüne girmemek bile bir çoğunun uzaklaştırılması için yetmiştir. Maarif Vekili Reşit Galip, üniversitenin açılış konuşmasında şöyle der:
“Memlekette siyasi, sosyal büyük inkılaplar oldu. Darülfünun bunlara karşı bitaraf şahit kaldı. Harf inkılabı oldu, özdil hareketi başladı, Darülfünun hiç tınmadı… Yeni üniversitenin en esaslı vasfı milliyetçiliği ve inkılapçılığıdır. Bunun için edebiyat ve hukuk fakültelerinin tedrisatı bu esaslara göre düzenlenmiştir. Türk inkılabının ideolojisini yeni üniversite işleyecektir.”
Bu yazıda, Darülfünun edebiyat fakültesinin 1933’e kadarki yapısından, Babanzade Ahmed Naim’den Ziya Gökalp’e uzanan çeşitli meşrep ve siyasi konumlardaki felsefecilerden veya daha eskiye giderek 19. yüzyıl Türk siyasi düşüncesi içinde Namık Kemal’den Ahmet Rıza’ya felsefeye dair farklı tavırlardan bahsedecek yerimiz yok. Fakat geçerken belirtelim ki bu saha, başımızdan geçen ve geçmekte olan, adına “modernleşme tecrübesi” denilen sürecin mahiyetini anlamak isteyenler için son derece hayati bir önemdedir. “Bizde felsefe” derken kastedilen ve aranan felsefi üretimin Avrupa’dakinden farklı mecra ve biçimlerde, bilhassa şiirin ve edebiyatın içinde varolması olağan bir gerçektir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla felsefenin Türk düşüncesi içinde alımlanma, kullanılma ve tartışılma tarzları ne felsefeciler, ne de sosyal bilimciler tarafından henüz ciddiyetle düşünülebilmiş değil. Zeynep Direk’in bakış açısı sağlayan önemli makaleleri, Recep Alpyağıl’ın isimler ve metinlerden haberdar eden çalışmaları ve bazı kitaplarındaki tartışmalar hariç tabii. En başta zikrettiğimiz sorular üzerine kalem oynatmış olan başka isimler de söz konusu, fakat şimdilik, en azından bu yazıda 1933’e; ülkenin, medreseler de kapandıktan sonra artık ilmi düzeyde üretim beklenebilecek tek yüksek öğrenim müessesinin maruz kaldığı kurucu ve yıkıcı devlet müdahalesine dönmekle yetinelim.
Reşit Galip’in iktibas ettiğimiz konuşmayı yapmasından 1945’e kadar yeni üniversiteye eğitmen ihtiyacını karşılamak adına çoğu dönemin Nazi iktidarından kaçmış Almanlardan oluşan 97 Avrupalı isim getirilir. Felsefe bölümü, eski mühendis ve yeni-pozitivizmin bir mensubu olan Hans Reichenbach’a emanet edilir; metafizik, dinler tarihi, İslam felsefesi içerikli dersler kaldırılıp yerlerine mantık, matematik, fizik gibi fen bilimleri ağırlıklı bir müfredat konur. Reichenbach’ın felsefeyi bilim felsefesine indirgeyen dersleri hem matematiksel mantığa aşina olunmadığı için, hem de muhtemelen felsefenin bilime değil, siyaset ve toplum düşüncesine dönük yüzü bakımından önemsenmesi gibi yerli tavırdan ötürü öğrencilerde herhangi bir karşılık bulamaz. Bu sefer, 1936’da Ernst von Aster felsefe tarihi dersleri vermek ve bir bakıma biraz felsefe katarak bölümü yok olmaktan kurtarmak üzere getirilir. Aralıklı olarak olarak getirilen başka Alman isimlerlerin yanı sıra genç Türk felsefeciler de bölümde istihdam edilir; Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu, Nusret Hızır, Halil Vehbi Eralp, Mazhar Şevket İpşiroğlu gibi. Pek çoğu Hegel, Scheler, Husserl gibi Alman filozoflar üzerine Almanya’da doktora tezi yazıp gelen genç felsefecilerdir. Böylelikle bölümde belli bir Alman felsefesi tek sermaye edinilir ve bu daralma daha sonraki felsefecilerin çalışmalarını da belirler.
Üniversite düzeyinde hocaların, müfredatın ve istihdam edilen felsefe sermayesinin bu yapısal ve radikal dönüşümü, bu geçmişi susturan bıçak darbesi, devletin başka aygıtlarınca da tahkim edilir. Hasan Ali Yücel, 1938’de Milli Eğitim Bakanı olur ve 1940-46 arası geniş bir tercüme faaliyeti başlatır. Tercüme edilen 420 kitabın 80’i Batı felsefesindendir, yine aynı ekolden tercüme metinler Yücel’in 1949’da yayımlamaya başladığı Tercüme dergisinde yer alır. Hedef, Antik Yunan’dan Aydınlanma’ya Batı düşüncesinin bütünüyle aktarılmasıdır. Derginin bir sayısında şöyle yazar Yücel:
Devrin güneşleri batıdan doğmada
Doğuyu karanlıklar ezip boğuyor
O meş’um gecenin biz seheriyiz.
Aydınlanma, bilim, felsefe asırlardır süregelmiş karanlık uykudan sonra ülkeyi teşrif etmektedir. Yukarıdaki ifade, belki biraz bayağı biçimde de olsa Batılılaşmanın halet-i ruhiyesini açıkça ortaya koyar. Macit Gökberk, bu yeni aydınlanmış cumhuriyetin seherinde, 1940’ta Hegel ve Comte üzerine doktora tezini hazırlamış olarak ülkeye dönerek Reichenbach ve von Aster’in asistanlığını yapmaya başlar. Uzun yıllar İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünde en kıdemli hoca olarak görev yapar, öğrenciler yetiştirir, yetiştirdiği öğrenciler daha sonra başka üniversitelerdeki felsefe bölümlerini kuracaktır. 1978’de emekli olana dek birçok defa Türk Dil Kurumu Başkanlığını da üstlenir. Gökberk’in ismi bugün hâlâ İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki odasının kapısında bir vefa göstergesi olarak yazılıdır.
Cumhuriyet dönemi felsefe eğitimi üzerine yapılan yorumlar, özellikle Gökberk’in öğrencileri ve takipçileri tarafından kaleme alınanlar, 1933’le beraber ülkede ilk defa gerçek felsefe çalışmalarının başladığını, daha önce uzun ve karanlık Osmanlı dönemi boyunca felsefe diye bir şeyin olmadığını, Gökberk’in ilk Türk felsefeci olduğunu savunur. İlk basım tarihi 1961 olan Felsefe Tarihi kitabı, günümüzde hâlâ başvurulan bir kaynaktır. Kitap, oldukça ezber bir tarih dönemlendirmesine, Hegel’den mülhem bir Avrupamerkezci tarih tasavvuruna göre kaleme alınmıştır: Felsefe tarihi Antik Yunan’la açılır, Roma’yla devam eder, Ortaçağ’da dinin hükümranlığı altına girer, Rönesans’la yeniden doğar, Reform, 17. asır derken pozitivizme ve Alman felsefesine varır.*** Gökberk’e göre felsefe Yunan’da dine ve mitik düşünceye karşı bilimin, aklın ilk tepkisi olarak doğmuştur. Oldukça anakronik ve özcü bir tariftir bu; Yunan dışında ve öncesindeki bütün kültürleri irrasyonellikle yaftalayan ve rasyonel düşünceyi Yunan kökenli Batı dünyasına atfeden, Batı denilen muhayyel dünyanın güncel, en azından Gökberk’in dönemi için güncel ahvalini verili ve mutlak kabul edip bunu tarihin geri kalanına dayatan ideolojik bir anlatı. Böylece dünyanın kalanı, Batı’dan geri kalmışlıkla işaretlenir; tarihsel geri kalmayla felsefi-düşünsel geri kalma birbirine işaret eder biçimde eşitlenir. Bu noktada mesele, Gökberk’in Türkiye’de felsefecilik yapan biri olduğunu hatırladığımızda, İslam’ın ve İslam’la birlikte bütün Osmanlı devri fikir birikiminin geri kalmışlığı, artık yetersiz olduğu, dolayısıyla bir an evvel bir kenara bırakılması gerektiği sanrısıdır. Gökberk’in Felsefe Tarihi, bütün bir muhayyel Batı felsefesi tarihini tek meşru felsefe sermayesi/kanonu olarak tayin ediyorsa bu, kitapta bahsetmediği İslam felsefesinin dışlanmışlığı sayesinde gerçekleşir.
Batılılaşmacı inkılaplara olan angajmanını felsefe tarihi üzerinden açıklama çabası, emekli olduktan sonra yazdığı Değişen Dünya, Değişen Dil kitabında daha açık ideolojik bir konum olarak kendini gösterir: “Biz de 19. yüzyıl başından itibaren değişme (Batı’nın Rönesans ve hümanizmle yakaladığı bilimsel ilerleme) içindeyiz. Bu değişmeye Tanzimat denmiştir, Avrupalılaşma, Batılılaşma dedik, son olarak da Atatürk devrimleri diyoruz. Adı ne olursa olsun bu değişmenin amacı Batı uygarlığıdır, bu uygarlığın yapı ve tutumunu benimsemedir… İslam kültür çevresinden ayrılmamız bize tarihin yüklediği alınyazısıdır. Avrupa kültürünün idesi tarih sahnesinde zafer kazandı, varlığımızı koruyabilmemiz için bizim de bu ideyi kendi idemiz yapmamız gerekti. Bu yüzden geçmişimizle bağımız kesiliyor diye üzülünebilir, ancak alınyazımızı sevmek bizi özgür yapar.” Oldukça kaderci bir ton… Kadercilik, içinde yaşadığı anı mutlaklaştırmakla başlayan bir şeydir. Osmanlı yenilmiştir, yıkılmıştır, güçlü olan Batı’dır ve genç Cumhuriyet Batılılaşma yoluna sokulmuştur. Gökberk tam da bu tarihsel anda, Hegel felsefesinin Avrupa medeniyetini tarihin nihai durağı olarak tarif ettiği anlatısını kabul ederek, fakat onu Türkiye özelinde, Türkiye için bir Batılılaşmacılığa dönüştürerek kendi meşruiyetini kurar. Siyaset alanındaki inkılapçılıkla felsefe alanında Gökberk’in Batı felsefesini aktarma çabası birbirine dayanak olur. Üniversite’de uzun yıllar felsefe tarihi dersini veren Ernst von Aster hakkında söylediği, tam da bu düğümü, felsefeyle siyaset arasındaki düğümü gösterir: “Aster, Türk felsefesinin Sorkates’idir”. Nasıl ki Sokrates iki bin küsur yıl önce Atina’ya gelip dine ve mitosa karşı felsefeyi kurmuş ve öğrencisi Platon da bunu yazıya geçirerek kurumsallaştırmışsa, von Aster de Batı’dan, meşruiyetin yegane mercii kabul edilen muasır medeniyetten teşrif edip yüzyıllardır felsefesiz kalmış Türkiye’ye felsefe getirmiştir ve Gökberk onun asistanı olarak, adeta yerli Platon, Türk Platon olarak bunu yazıya geçirmektedir. Tüm bunlar Atatürk’ün Batılılaşmacı inkılaplarıyla mütenasiptir; Atatürk’in siyaseten ülke ölçeğinde yaptığını Gökberk kendisinin de felsefede yaptığını söyler gibidir.
Felsefenin Antik Yunan’da dine, irrasyonalizme karşı doğduğu iddiasını yakın zamanda birçok çalışma geçersiz kıldı. Derrida, Platon’un Eczanesi kitabında, Platon’un felsefeyi sofist düşünceye karşı kurarken aslında sofistlerin yöntem ve tarzlarını kullandığından bahseder. Martin Bernal, Kara Atina’da Yunan efsanesinin Avrupa düşüncesi içinde ancak 18. yüzyıldan sonra kurgulandığını ve Yunanların başarısı olarak takdim edilen her tür siyasi ve teknik yeniliğin aslında doğrudan Mısır ve Fenike toplumlarından aktarıldığını ortaya koydu. Foucault’dan Agamben’e son elli yıldır yine batılı çalışmalar modernliğin, Gökberk’in mecburmuş gibi arzuladığı büyük ideallerini teker teker yıkıyor, yerlerine yeni postmodern düşünce putları ikame ederek tabii; öteki, tekil, çoğulluk vs. Antik Yunan’ı kendi medeniyet kökeni olarak sunmak, 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinin bir ürünüydü ve bu doğrudan sömürgecilik ve emperyalizmle, ekonomi-politikle, yükselen Avrupa güçlerinin kendilerine meşrulaştırıcı bir geçmiş aramasıyla alakalıydı. Gökberk’in gözden kaçırdığı budur; muasır medeniyeti mutlaklaştırırken onun tarihsel bir vaka olduğunu görmek istemez. Böylece kaderleştirir; Batı’yı kaderleştirmek, Batılılaşmayı da kaderleştirmek halini alır. Modernleşmeciliğe modern bir cebriyye diyebiliriz. Tarihi yazanlar kazanır; tarihi, yazanların yazdığı gibi kabul eden her türlü cebriyye kaybetmeye mahkumdur.
Bu noktada, belki biraz bugüne soru çıkarmak adına, bu kaderciliğin, muasır medeniyetle eşitlenmek ve hatta onu geçmek gerektiği zannının kelimenin tam anlamıyla bir zan, yani hakikat değil, bir sanrı olduğunu bir kez tespit ettiğimizde her türlü teknik ilerleme, ekonomik kalkınma ve evrenseli yakalama gayretinin de Gökberk’le aynı zannı paylaştığını söyleyebiliriz. Modernleşmecilik, sadece radikal Batılılaşma şeklinde tezahür etmez; modern olanın kendinden menkul bir kıymeti olduğunu ve İslam’la tashih edilmemiş haliyle hemen edinilmesi gerektiğini zanneden her türlü vehmî dayanak noktası, ya “bizim de o medeniyette bir yerimiz olması gerektiği” yönünde bir faaliyetle sonlanacak ya da “bizim de aslında hiç de geri kalmamış bir medeniyetimiz var, onlarda olan her şey aslında bizde de var, ilk sosyolog İbni Haldun’dur mesela” şeklinde savunmacı ve geçmişe sığınmacı bir tavırla, reelde aynı siyasi ve ekonomik başarıları yakalama gayretinden ibaret kalacaktır. Bu noktada yazımızın da sınırlarını aşmadan iki büyük hatadan bahsedebiliriz: İlkin Batı diye kendi kendini açıklayan tarihsel-mekansal bir bütünlüğün varolduğunu vehmetmek; ikinci olarak da İslam’ın insanlık tarihi içindeki temel vazifesinin medeniyet, zenginlik ve kudret üretmek olduğunu vehmetmek. Meselenin bizi getirip bıraktığı yer, İsmet Özel’in 1978’te yazdığı Üç Mesele’nin son paragrafı gibi görünüyor (iktibastaki “teknik” kelimesi yerine, faili müslümanlar olmayan her türlü düşünsel, ekonomik veya siyasi mefhumu koyabilirsiniz):
“Bugün tartışacağımız sorun tekniğin İslam için, İslam uğruna alacağı şekil olmak zorundadır. Türkiye’nin veya halkı müslüman olan bir ülkenin kalkınma uygulamalarını İslami hedeflerle özdeş kılmak büyük bir yanlışlığı peşinen başlatmak demektir… Güçlü bir topluma ulaşıp onun müslümanlaşmasına mı, müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız? Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur.”
1933’ten ve Macit Gökberk’ten bahsettik. Felsefe eğitiminin, doğrudan siyasetin hamlesi sonucu, inkılapçılıkla mütenasip Batı merkezli bir felsefe anlayışıyla yeniden kurulduğunu açığa çıkarmaya çalıştık. Bu yazıda bahsetmediğimiz isimler ve mevzular var: Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Topçu, felsefecilerin Türkçe’yle ve dil devrimi denilen yine siyasi müdahaleyle olan ilişkileri, bugün felsefe ortamındaki konumlar, çalışmalar, tercümeler gibi. Günümüzde felsefe eğitimi, 1933’teki kurucu tavra sadık kalmaya çalışan, en azından Batı merkezli bir felsefe anlayışını savunan felsefe bölümü öğretim üyeleri, İslam felsefesini öne çıkarmak isteyen çoğunlukla ilahiyat fakültelerindeki felsefeciler ve az da olsa iki karşıt konuma da mensup olmayanlar olarak bölünmüş durumda. Nihayetinde felsefe, her ne kadar toplumsal hayatımızla somut, canlı bir ilişki içinde değilmiş gibi görünse de Türkiye’nin kültürel gerilimlerinin ve siyasi karşılaşmalarının kendince somutlaştığı ve tebarüz ettiği bir mevzu olmaya devam ediyor. En önemlisi de üniversitenin toplumsal hayatı her zaman geriden takip eden dar ve darlaştırıcı iç mantığından çıkmak ve siyaset düşüncesinden edebiyata felsefenin ana konularının üniversite dışında nasıl çok daha rahat ve ciddi bir şekilde işlendiğine bakmak gerekiyor.