Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yeni edebiyat hakkındaki görüşleri yeterince yaratıcı ve yenilikçi sayılmaz. Eski edebiyattan söz etmeye başladığında ise Tanpınar, şaşırtıcı şekilde yenilikçi bir tutum sergiler. Yani edebiyatı az, eski edebiyatı çok bilmesinden kaynaklanmaz bu durum. Aslında Tanpınar yeni edebiyatı çok, eski edebiyatı az bilmek konusunda hepimizin öncüsü sayılır. Arapça ve Farsça bilmez mesela, kendi gençliğindeki geçerli dili, Fransızcayı bilir. Bugün Tanpınar’ı eski edebiyatımızı mükemmelen bilen biri gibi görmek ve göstermek suretiyle üstadın yazıları konusunda fikir yürütenler bu noktayı kaçırıyorlar. Tanpınar eskiye değil yeniye yakın ve taraf, eskiden çok yeniye ait, eskiyi değil yeniyi yaşayan bir adam ve bir yazardı. Ama yenilikçiliğini nedense daha çok eski edebiyat karşısında ortaya koyar.
Bunun sebebi ne olabilir acaba? Edebiyat Üzerine Makaleler ve XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi‘ni okuduğumuzda karşımıza önce Tanpınar’ın düzyazıya hakimiyeti, üslubundaki kendine güven çıkar. Hilmi Ziya Ülken ve Cemil Meriç gibi Tanpınar da, yıllar içinde görüşlerinde değişme ve çelişmeler ortaya çıkmakla birlikte, birbirine zıt fikirleri savunurken dahi görüşlerinin doğruluğundan veya güzelliğinden pek kuşku duymaz. Zaten doğru olsun olmasın, Tanpınar’ın görüşleri her zaman güzeldir. Bu da metne hakimiyetinin başka bir yönü.
Hakim kürsüsü, jüri sırası
Namık Kemal edebiyattan (başka konulardan olduğu gibi) bir hakim edasıyla söz eder. Ortada tam anlamıyla bir Türkçe düzyazı olmadığı halde birden bire çok güçlü bir üslupla ortaya çıkması bu tavrın haklılığından (zaten mevcut olan bir şeyi açıklığa çıkarmasından) ileri gelir. Namık Kemal, yazı dilinde olmasa da konuşma dilinde, edebiyat camiasının günlük hayatında olan bir şeyi, hakim tavrını üstatlık kurumunu (Türkçe düşünmekten hoşlanmayanlar için Frenkçeye tercüme dersek, “auteur tavrı”nı) yazıya taşıdığı için haklı bir güce sahiptir sonraki kuşaklara dahil bütün okuyucular üzerinde.
Kemal’in düzyazıyla ilgili meselelere dalmadan Tanpınar’a, bu yazıdaki zoraki başrol oyuncusuna yani, dönersek; Tanpınar Kemal’in getirdiği ve sonrakilerin taklit ettiği bu hakim tavrını önemli bir değişiklik yaparak yenilemiştir bize kalırsa. Tanpınar’a veya Cemil Meriç’e, üstat Hilmi Ziya Ülken’e, hatta Kemal Tahir’e, Nurettin Topçu’ya baktığımızda aslında hep Namık Kemal’in hakim tavrının farklı veçhelerinin ya da başka ruh özellikleri kazanmış hallerinin görürüz. Cemil Meriç Kemal’in hakim tavrını iyice katılaştırıp adeta bundan bir tür savcı rolü çıkarır. Mahkeme örneğimize devam edersek Hilmi Ziya Ülken’in bilirkişi edası takındığını, Kemal Tahir’in müdahil avukat sıfatıyla karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. (Tabii bunlar sadece benzetme, tam olarak açıklayıcı olması beklenemez; sadece bir fikir verebilir.)
Tanpınar’ın mahkeme örneğimiz içinde (ki Tanpınar’ın meşhur “saray istiaresi”nden esinlendiğimizi saklamayalım) jüri tavrı sergilediğini, edebiyat ve kültürümüzün meselelerine gözlemci edasıyla yaklaştığını söylemek istiyoruz. Tanpınar’ın bugün birbirinden çok farklı, hatta birbirine zıt bakış açılarına sahip çevreler tarafından kabul edilirliğini de, kendi görüşleri arasındaki tutarsızlık ve zayıflığı olduğu kadar bazı görüşlerindeki inanılmaz isabeti ve zihin açıcılığı da bu edaya, bu tavra borçlu olduğunu düşünüyoruz.
Gözlemci veya jüri tavrı bizim edebiyat ortamımızda, üniversitelerimizde, genel olarak entelektüel alemimizde Tanpınar’a kadar daha doğrusu Tanpınar’dan sonra da çok geçerli bir tavır sayılmaz aslında. Hükümlerinizi değil kanaatlerinizi bildirmeniz, başkalarının yapıp ettiklerini anlatıp yorumlamanız, değerlendirmeniz, karşılaştırmanız, hasılı kelam daima günceli veya tarihsel niteleme gayreti içinde olmanız sizi her şeyden önce olduğunuzdan daha etkisiz ve önemsiz gösterecektir. Ki Tanpınar’ın yazılarının yazıldığı günlerde edebiyat dünyasına bomba gibi düştüğünü söyleyemeyiz. Üniversitede hoca olmasaydı hali ne olurdu kim bilir? Hoş, üniversite hocası olmasına rağmen işlerin çok da Tanpınar’ın çizdiği program çerçevesinde süregeldiği söylenemez herhalde.
Tanpınar’ın jüri tavrının, gözlemci edasının geçmişte olduğu gibi bugün de ülkemizin kültür atmosferinde fazla bir karşılığı olmadığı açıktır. Görüşlerinin edebiyat disiplinleri içinde birer bomba olduğunu düşünebiliriz, ki biz böyle düşünüyoruz; fakat bunların nasıl bir tahribat yaptığını, neleri tahrip ettiğini ve açtığı gedikler sayesinde bize hangi ufukları açtığını belgeleyebilmiş değiliz. Sabrınız varsa Tanpınar hakkında yazılmış birbirinden allı güllü yazıları siz de bizim gibi okumuşsunuzdur. Peki, samimiyetle soruyoruz, bu yazılardan hangi biri Tanpınar’ın kendi yazıları kadar etkin bir imaj veya kimlik oluşturabildi kafanızda? Tanpınar üzerine yazanlardan hangi biri Tanpınar algınızı belirleme bakımından yazarın kendisine ortak olabildi? Bizim bu küçük yazımız dahil olmak üzere, bu gücü taşıyan çok fazla yazı olmadığını söylememiz samimiyetin, dürüstlüğün bir gereğidir…
Yine samimiyetle söylüyoruz ki Tanpınar yazarlarının hiçbiri, Tanpınar şiirini kitap ebadında bir çalışma ile inceleyen ve Tanpınar’ın en iyi öğrencisi sıfatıyla bildiğimiz Mehmet Kaplan dahil olmak üzere, Tanpınar’ın kendisi kadar diyalojik (Frenkçe bir şey söylediğimizi düşünebilecekler için tam Türkçesini söyleyelim; okuyucusuyla konuşmaya ve teatiye hazır) olmamıştır. Kaplan’ın tahlilci ve genellemeci tarafı herkesin malumudur; bu yönüyle hocasına benzetebilirsiniz onu. Ayrıca, Tanpınar’ı iyi okuyan her yazarda, her akademisyende belli eserleri ve yazarları sıfatlarla nitelendirme tavrının hakim olduğunu görebilirsiniz. Tanpınar her okuyucuyu, her yazarı bir nevi demokratlaştırır, daha başka türlü bakış açıları olabileceğini fısıldar kulağınıza.
Bu, yani Tanpınar’ın nitelemeleri Yahya Kemal’in çok düşünülüp azı söylenmiş formüllerine benzemez. Şeyh Galip için “tülu içinde füru” gibi bir şey söylüyor Yahya Kemal. O kadar mükemmel bir formül ki “tülu”nun ne, “füru”nun ne olduğunu öğrenme ihtiyacı bile duymayabilirsiniz, bu satırların yazarı gibi. Zaten Yahya Kemal’in kendisi de “tülu içinde füru”yu açıklama, ayrıntılandırma, ispatlama gereği duymaz, söyleyip geçer; anlayana… Tanpınar kendisine bu kadar bencil, benmerkezci bir rol benimsemez. “Tülu içinde füru” demişse mesela, okuyucusunun bunu birkaç cepheden görmesini sağlayacak cümleleri de bir düşünüp bir söyleyerek kaydetmeden asla geçmez. Burada akademik analiz yapmadığımıza göre içimizden geleni söyleyelim: Çünkü Tanpınar tam ve gerçek bir yazardır. Yazarlığı, yani yazarken düşünen düşünürken yazan adam oluşu, hocalığından, üstatlığından önce gelir. Namık Kemal’in konuşma dilinden, edebiyat ortamının konuşmalarından söküp söküp yazı diline taşıdığı görüşleri artık baştan sona yazıda ibda ve inşa eden belki de ilk deneme yazarımızdır Ahmet Hamdi Tanpınar. Cemil Meriç, Nurettin Topçu ve Hilmi Ziya’yı unutmadan tabii…
Jüri kararını açıklıyor…
Tanpınar’ı yeni edebiyat karşısında önemli oranda tutuk, eski edebiyat karşısında ise inanılmaz derecede cesur kılan şey tam da jüri tavrıdır, gözlemciliğidir. Yeni edebiyatı daha iyi biliyordu; bunun açık ispatı XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi‘ndeki neredeyse senli benli tutumudur, Tanzimat sonrası edebiyatımızla olan ünsiyetidir. Fakat mesafe yoktu yeni edebiyatla arasında. Onu tutuk yapan da budur. Kendisinin de bir parçası olduğu yeni edebiyattan, daha doğrusu edebiyatta yenileşmeden söz ederken sağlam bir yerde durup sağlıklı gözlemler yapmak istiyordu muhtemelen. Bu yüzden de doğal olmayan mesafeyi tutukluğu ile kendisi yarattı belki de.
Yenileşme hakkında çok düşündüğünün ispatı Edebiyat Üzerine Makaleler‘in Kemal, Fikret, Şiirimiz, Romanımız gibi bir ileri bir geri tarzında yazılmış ve tutarsızlıklar, çelişkiler, yuvarlak sözler, detaysız tanımlar veya tanımsız detaylarla dolu, girift de denebilecek yazılardır. Bu yazıların Tanpınar’ını ancak Cöntürk’le kıyas etmek mümkündür. Tabii Cöntürk modernist şiir içinde kendini doğal olarak evinde hisseder, şair olmaması da İkinci Yeni akımı merkezinde ileri sürdüğü düşüncelerine bir rahatlık havası katar. Tanpınar’sa, bir yandan yeni edebiyatın bir parçası olan bir romancı ve şair olmanın diğer yandan da tarafsız yorumcu olmanın zorunluluğunun sıkıntısını yaşar. Bu ikisinin birlikte mahkemeden, başka deyişle edebiyat camiasından geçirmenin zorluğuna en fazla katlanan yazarlarımızdan biridir. Yeni karşısındaki tutukluğunu bizce en çok buna borçludur.
Eskilerden söz etmeye başladığında ise, Tanpınar adeta sınır tanımayan bir fikir cephesi açar. Bu cephede ölmek yoktur, bu yüzden dönmek de olmaz. Ölmek niye yoktur? Bizi burada ayrıca ilgilendiren noktalardan biri de budur. Anlaşılan, yakın tarih bilgilerimizin de doğruladığı gibi, Tanpınar, eski edebiyattan ne surette söz ederse etsin olumsuz karşılanmayacağını, engellenemeyeceğini, söylediklerinin bedelini ödemek zorunda kalmayacağını adı gibi biliyordu. Çünkü ihmal edilmiş, terk edilmiş bir konuydu klasik Osmanlı edebiyatı. Cumhuriyet’in, daha doğrusu CHP-Tek Parti yönetiminin kültür politikasının en yoğun olduğu dönemin bir yazarıdır Tanpınar; bunu asla akıldan çıkarmamak lazım.
Bu kültür politikasının veya dönemin, Tanpınar’ın partiye veya dönemin, Tanpınar’ın partiye veya döneme bağlılığının yorumu ayrı; bunlar bizi burada sadece Tanpınar’ın eski edebiyat hakkındaki yorumlarındaki cesaretine katkısı oranında ilgilendiriyor. Aşağı yukarı bir iki sabırlı ve sadık hocanın dışında (Ali Nihat Tarlan mesela) tamamen terk edilmiş bir şeydi eski Türk edebiyatı. 1939’da İstanbul Üniversitesi’nde “Yeni Türk Edebiyatı” kürsüsü açılıp da (Tanzimat’ın 100. yılı bahanesiyle) Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu kürsünün başına getirilmesi bu yüzden son derece manidardır. Mehmet Fuat Köprülü, ki bir yere kadar Tanpınar’ın selefi sayılır, Osmanlı klasik şiirini ihmal ederek âşık ve tekke tarzını, yoğun olarak da İslam öncesi devri, en eski “Türk” şiirini, dil-milliyet-edebiyat bağını incelemişti. 39’da “Yeni” kürsünün açılıp Tanpınar’a emanet edilmesiyle birlikte Osmanlı klasiğinin ihmali perçinlenmiş oldu.
İhmalin odağındaki adamın ihmal değil ilgi tavrını benimsemesi, edebiyat tarihimizin ve eleştirmenimizin henüz gerçek sonuçlarına varamamış bir yönünün ortaya çıkmasına sebep oldu. Tanpınar’ın orijinalliği bizce bu noktadadır. Onun vazifesi eski edebiyat bilgisinin yerine yenisini koymaktı aslında. Bunu nasıl yapacağı hocanın eline program ve müfredat olarak verilmiş de değildi, bunun da altını çizmekte yarar var. Yepyeni bir durum vardı ortada.
Tanpınar’ın yazılarının birkaçı hariç neredeyse tamamı başlık olarak eski edebiyata değil yeni edebiyata ilişkindir. Fakat yeniyi incelemek için sürekli olarak eskinin yorumuna müracaat eder. Müracaat edebileceği mevcut fikirler olmadığı için de o fikirleri kendisi icat etmek zorunda kalır. Yeniyle eskinin ilişkisini, kıyasını sürekli olarak yeniden gözden geçirir gibidir. Edebiyat tarihi, Tanpınar’ın düşüncesini özgürleştirme ve bütünleştirme yolunda yararlandığı bitimsiz bir kaynak gibidir. Tarihi bir genelleme yığını haline getiren, birkaç beylik fikri dönüp dolaşıp kullanan yazarların aksine o, tarihsel yahut klasik edebiyatımızdan söz ettiği her yerde bir kere daha yeniden düşünür.
Bunda o kadar ileri gider ki, edebiyat tarihini kendi günlük edebiyat uğraşının da bir parçası haline getirir. Sanki tarih Tanpınar’ın gözünün önündedir daima. Ataç’ların, Tecer’lerin değil de Galip’lerin, Baki’lerin çağdaşıymış gibi bir rahatlıkla söz eder klasik edebiyattan. Ayrıca, eski edebiyatımız büyüktür, iyidir, güzeldir, eşsizdir deyip duran bazı yazarların aksine Tanpınar adeta eski edebiyatla mücadele ve rekabet halindedir. Özellikle belli şiirlerden söz ettiği zaman yeni yazılmış bir şiiri eleştiriyor gibi heyecanlı ve dalgındır. Yeni edebiyata bir şeyler katmak için eski edebiyatı söz konusu ediyordur aslında. Ama bazen bunda o kadar titiz davranır ki, yeni edebiyatın meseleleri ikinci plana düşer.
Bunun en gözle görünür örneği, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi‘nin metinden bağımsız olarak da okunabilecek “Giriş” kısmıdır. Burada Tanpınar eski edebiyatı tanımlama bakımından o kadar edebi bir portre çizer ki bu Giriş normal olarak Tarih‘ten daha meşhur olmuştur. Bu kitabı okuyanların çoğunun aklında en çok kalan kısım da bu “Giriş” kısmıdır. “Giriş” kısmı ve buradaki meşhur saray istiaresi. Bu yanıyla XIX. Asır Türk Edebiyat Tarihi‘nin “Giriş”i İbn Haldun’un İber Tarihi‘nin “Mukaddime”sine benzer…
Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’nün ilk başkanı olmasına ve konusu daima yeni edebiyat olmasına rağmen, Tanpınar eski edebiyata mukaddime olarak okunmuş, okunmaya da devam etmektedir. Bunda bizce bir sakınca veya yanlışlık da yoktur zaten. Ahmet Hamdi Tanpınar, karşısında önemli oranda tutuk kaldığı yeni edebiyatı tartışabilmek için eski edebiyata yaslanmış, eski edebiyatı cesur ve yenilikçi bir tasavvur ve muhakemeyle tekrar tekrar gözden geçirmiş ve böylece kasıtsız gibi duran özel bir eski edebiyat bilgisi ve yorumu ortaya koymuştur. Tanpınar’ın yazılarının asıl gücü, başlık olarak konu edindiği yeni edebiyat konusundaki ihtiyatlı gözlemlerinden ziyade, hemen hemen hep orada edindiği, örnek olarak incelediği eski edebiyat hakkında sınır tanımaksızın verdiği hükümlerdedir.