İslam’ın son dönümünün (dönüşünün, döneminin) İbn Haldun’u denebilecek bir ihata arzusu ve deha. Eylem olarak İslam tarih düşüncesi ve düşünürken kimliğinden soyunabilecek kadar büyük bir cesaret. Aynı zamanda düşüncenin evrenselliğine ulaştığında ve dünya çapında bir şey söylediğini bildiği anda bile kimliğine karşı bir boyun eğikliği, bir eziklik, bir utanç taşımayan; kim olduğunun hep aynı teklifsizlik ve tenezzülsüzlük içinde farkında olacak kadar büyük bir onur… Abdullah Laroui’yi (adı Abdullah el-Aravi, Fransızcası Laroui) yüzeyselin, ideolojik olanın bir tarafı olarak göremeyiz hiçbir zaman. Onun bu anlamda bildiği tek yüzey, Doğu-Batı veya İslam-Öteki ayrımıyla karşılaştığımız yüzeydir. İdeolojisi ise tarihtir. Laroui’nin temel konusu İslam’ın bir kalp-zihin melekesi olarak, duyusal-düşünsel bir merkez olarak, insanı yaşatan bir ilke olarak yenilenmesi meselesidir. İspat etmeye çalıştığı esas önerme ise, İslam’ın bu yeteneğe veya özelliğe sahip olduğudur. Bu güven, Laroui’nin İslamcı olmasını gereksiz kılmış görünüyor. Bu yanıyla onu Muhammed Arkoun, Seyyid Hüseyin Nasr ve Fazlurrahman gibi “Batı düşüncesi içinde Müslüman/İslamcı” diyebileceğimiz düşünürlere, araştırmacılara benzetmemek mümkün değil. Ne var ki, yahut şükretmek gerekir ki bu benzerlik Laroui’nin sorularının gücü ve yazdığı her satırda en ağır meselelerle çapraşmasına sebep olacak dehası ve cesareti sayesinde yüzeysel kalmaya mecburdur ve giderek anlamsızlaşır. Oysa gerçekte Batı düşüncesinin parçası veya figürü olmayı gerçekten başaran biri varsa bu Laroui’den başkası değildir. Ortadoğulu bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak İngiliz sömürge okullarında yetişmiş, daha sonra Amerika’da sol eğilimli bir İngiliz edebiyatı profesörü olarak şöhretin zirvesine çıkmış Edward Said bile Laroui ölçüsünde Batılılaşamamıştır. Ki her ikisinin oryantalizm eleştirisi göz önüne alındığında, Said’in oryantalizm eleştirisi adı altında Batıya yönelik itirazlardan önemli oranda yararlanan kısmen popüler-popülist bir söylem çözümlemesi faaliyetinden çok da ileri bir noktaya varamadığını, Laroui’nin ise Batı düşüncesinden geçmeyi bir problem olarak değil bir imkan olarak gören açık zihinli bir düşünür olduğunu, mensubu olduğu Müslüman-Arap entelijansiyasının buhranını çözme yolunda Batı düşüncesine entegre olmaktan kaçınmadığını görebiliriz. Ama Laroui’nin ortaya koyduğu düşünceler Batının ne kadar işine yaramıştır, Batı düşüncesi postmodern İslam düşünürleriyle gönül eğlerken veya nefsini, kendine yeterlik gururunu tatmin etmeye bunları memur kılmışken niçin Laroui’den söz eden bulunmaz gibi netameli sorular sorduğumuzda üstadın meselesinin mensubiyet kesbettiği Batı düşüncesininkinden cidden farklı olduğunu, çok abarttığımızı düşünmeyecekseniz söyleyelim ki, Batı düşüncesinden İslam ve Müslümanlar adına tıpkı çağımızın önde gelen Türk düşünürleri gibi bir şeyler gaspettiğini, ilmin hırsızlığı olmayacağı veçhile, kabul etmemiz görünüşe göre en sağlıklı yol olacaktır. Laroui’nin bilmekten korkusu yok. Bize sunduğu en büyük öğreti de bu. İslam’ı yenileyenlerin, bugünkü zamana, âna taşıyanlardan olduğunu düşünmemize sebep olan da bundan başkası değil. Düşüncelerinin zorluğu, her zaman onu içinde gördüğümüz çetrefil, asla bir İslamcı veya Müslüman olarak söz almaması bunun üstünü örtüyor, hepsi bu. Nerdeyse Türk düşünürlerinin seviyesindedir oysa Abdullah Laroui. Batı onu sindiremez, tam anlamıyla çözemez, yoğuramaz.