Evrenselci düşüncenin ilginç bir kaderi var Türkiye’de. Evrenselci düşünürler hayattayken büyük övgülere, yoğun hayranlığa ve iyi bir şöhrete mahzar olabiliyorlar. Fakat öldükten sonra isimleri giderek bir simgeye, bir klişeye dönüştürülürken düşüncelerinin içeriği unutulmaya başlıyor. Bunun bütün Türk düşünürleri için kısmen geçerli olduğu söylenebilirse de, yerli tarafı ağır basan düşünürlerin özellikle son zamanlarda yeniden doğuşuna sahip olduğumuz da bir gerçek. Hatta bu tür düşünürlerin özellikle son zamanlarda yeniden doğuşuna şahit olduğumuz da bir gerçek. Hatta bu tür düşünürlerin hayatlarında görmedikleri ilgiyi öldükten sonra görmeleri de sık sık rastladığımız bir durum. Her ne olursa olsun, yerli düşüncenin bir geleneği var ve bu gelenek içinde her düşünürün değeri belirleniyor, yeri saptanıyor ve neticede ismi de eseri de bir yere konuyor. Evrenselci düşünürler ise hayatlarında düşünsel bir geleneğimizin olmadığı vurgusuyla ortaya çıktıkları için, öldükten sonra sanki biraz da kendi düşüncelerinin kurbanı oluyorlar. Belki de evrenselcilik mahiyeti itibariyle gelenek oluşturmaya müsait bir düşünce değil. Gelenek diye o sadece Batı düşünce geleneğini tanır. Kendini tanımaz.
Sartre, “Beni unutun” demiş miydi sahiden?
Evrenselcilerin başka bir unutkanlığı da bir şekilde yaslandıkları veya yaslandıklarını zannettikleri Batı düşünce geleneğidir. Doğunun ve İslam’ın düşünsel mirasına zaten hepten boş vermişlerdir. Varsa yoksa Batı derler. Lacan’ı, Foucault’yu, Baudrillard’ı babaları, dedeleri gibi bilirler ama mesela bir zamanların modası olan Sartre gittikçe daha fazla unutuluyor. Bir zamanlar Türkiye’de sağın ve solun taşralığından kurtulmuş, bilgili ve anlayışlı yazar pozu takınabilmenin yolu az çok Sartre ve benzeri popüler Avrupalı figürlere yaslanmaktan, “Sartre’ın da dediği gibi” tarzında cümleleri yazıların gerekli noktalarına yerleştirmekten geçiyordu. Bugün de bu tutum veya poz pek fazla değişmemiştir. Ne var ki Sartre unutulmuş, yerine daha yenileri gelmiştir; Adorno ve Foucault gibi. Bir süre sonra onlarında modasının geçeceği hesaba katılabilir.
Türk evrenselci düşünürleri için de bundan daha farklı bir kader söz konusu değildir. Evrenselciliğin Türkiye’deki geleneğini oluşturmaya yönelik bireysel çabalar fazla verimli sonuçlar doğurmuyor nedense. Mesela Enis Batur Örneğinde bunu gördük diyebiliriz. Enis Batur hem evrenselci hem hafıza ve vefa sahibi bir editör kimliğiyle, bir Türk modernizmi kitaplığı oluşturmaya çalıştı yıllarca. Bunun ilk adımlarının ta 1970’lerin sonunda atıldığı, Enis Batur’un gençlik yıllarından itibaren bu tür bir eğilime sahip olduğunu da bilenlerin farkında oldukları bir şey. Fakat bugün nihayet gelinen bir yer, çakılmış bir kazık, atılmış bir temel göremiyoruz bu alanda. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın evrensel ve evrenselci bir yazar olarak okunması gayretleri bile bir iki yıllık moda olarak sönüp gitmişe benzer.
Eklektizmden yerliliğe
Eklektizm Türk düşüncesinin dağarcığında Batıcılık veya evrenselcilik olarak Karşılığını bulmuş bir düşünsel yaklaşım. Batılı bir düşünceyi öğrenirsiniz, sonra bunu Türkiye’ye has bir duruma uygularsınız; nurun ala nur bir sonuca ulaşırsınız. Her yerlisinizdir artık hem de verensel. Bu düşüncede ağırlık noktası Batıdır, Batı düşüncesidir. Yerlilik veya yerli düşünce ise Batı düşüncesinin bir uygulama alanıdır. Ekleltikler Batıdan ilham alarak kendi modernliğimizi oluşturabileceğimize mutlak iman etmişlerdir. Yahya Kemalve Ahmet Hamdi Tanpınar bunun en iyi tanınan, fakat bu tarafları iyi çözümlememiş iki örneğidir. Yahya ile Hamdi’den söz edilirken genlikle “sente”den söz edildiğini duyarsınız. Gerçekte sözü edilmesi gereken kelime sentez değil, “eklektizm”dir. Çünkü sentez iki zıt unsurdan bir yeni bütün yaratmak anlamına gelir. Eklektizm ise böyle böyle bir programa sahip olmadan farklılıklardan, zıtlıklardan beslenmek anlamına gelir. Sentezin unsurları arasındaki zıtlık sentezi sentez yapan bütünlükle dengelerken, eklektizmin unsurları arasındaki çatışma sürüp gitmektedir. Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı veya hatta Nurullah Ataç’ı buna göre okuduğunuzda birlikte değil yan yana durarak pek çok çatışan unsurla karşılaşırsınız; bazen düşünürün gerçek düşüncelerinin ne olduğunu tespit etme umudunuzu bile kaybedersiniz.
Nurullah Ataç mesela divan şiiri hakkında ne düşünüyordu? Ataç divan şiirine karşıdır. Ataç divan şiirinin yüksekliğini savunur. Ataç divan şiirinin yeni şiirde bir kazanıma dönüştürülebileceğini söyler. Ataç divan şiirinin hiç olmamış gibi rafa kaldırılması taraftarıdır. Sanki takip ettiği Fransızca yayınlarda en son ne okuduysa onun baskısı altında yazıyor gibidir ataç. Ve ataç? O da unutuluşa terk edilen evrenselcilerden değil midir?
Batılı düşünceyi benimseyip bunun Türkçe karşılığını aramak, özetlemeye çalıştığımız gibi, sonu gelmiş bir yol olmasına rağmen Türkiye’de bugün hala kesin bir biçimde en geçerli düşünce biçimidir. Hatta resmî Türk düşünce biçimi budur; eklektizmdir. Hem bir yandan neredeyse bütün lise ve üniversitelerde düşünce diye çoğunlukla sadece klasik veya yakın dönem Avrupa düşüncesi okutulur. Hem yayın dünyasında yerli düşüncenin sesinden çoğunlukla çekinildiği için, büyük küçük pek çok yayınevi düşünce dizilerini Batılı düşünürlere ve akımlara hasreder. Bunun pratik tarafları da var. Telifle uğraşmak zordur. Batının hazır kalıpları varken niye uğraşayım ki, diye düşünür öyle pek de evrenselci olmayan yayıncılar bile. Hatta mesela Türk okuyucusunun, medya takipçisinin kendi taleplerine göre günlük, haftalık, aylık ve sair süreli yayınlar yaratmak varken Batılı bir ülkeden yayın formatı satın alınır ve bu kısmen Türkiye şartlarına tercüme edilerek piyasa sürülür. Neticesinde ise çok uzun seneler Türkiye’de insanların başka ülkelerdeki kadar çok gazete okunmadığından yakınıldı, şimdi ise haftalık dergiler can çekişiyor. Gittikçe daha çok satan ve yaşama şansını devam ettiren gazete ve dergilerin yerliliğe vurgu yapan yayınlar olması ise meselenin öbür tarafına dair bir işaret taşıyor. Kuruluşundan bugüne evrenselcilik esprisi içinde varlık kazanmış gazetelerin bile yerliliği öne çıkarmaya çalıştıklarını, mesela “Çılgın Türkler” gibi durumu bir süre idare edebilecek şeyleri sayfalarına çağırdıkları görülüyor.
Doktorun stetoskopu var, düşünürün ise sadece hafıza ve zekası. Hafıza okuma, tecrübe ve dil üzerinden işleyen bir aygıt. Zeka ise bir serbestiyettir. Unsurlarından serbest kalan bir bütünlüktür. Bütünlük fikridir. Bütünlük fikri unsurlarından serbest kalınca, aynı unsurların eksikliğini ve fazlasını fark eder ve bu unsurları bütüne eklemek veya çıkarmak suretiyle yeni bir bütüne ulaşır. Zekanın yaptığı en önemli şey kendi kendisini yenilemektir. Zeki insan zeka göstererek ancak zeki olmayı sürdürebilir. Çünkü zeka durduğu yerde görünen bir şey değildir. Elektriğin kesik mi açık mı olduğunu anlamak için sayacın dönüp dönmediğine bakarsınız. Zekanın varlığı da eylemde iken ortaya çıkar. Zekanın sayacı ise hafızadır işte. Düşünce bu ikisinin ortak eyleminin sonucudur. Sonuçları da genelde zekaya ve hafızaya yöneliktir.
Şimdi bu kısmen soyut düşüncelerin Türk düşüncesi için ne ifade ettiğine bakalım. Türk düşüncesini kaldırıp yerine televizyonlardaki Türk dizilerini ve sinemalarda gösterilen Türk filmlerini koyarsak bunu daha net görebiliriz. Türk sineması da, Türk televizyon dizileri de Batı’nın, özellikle Amerika’nın “entertainment” veya “show business” kültürleri karşısında dünya çapında bir güce ne geçmişte sahiptiler, ne de bugün sahipler. Yani dünya üzerinde yarışa çıksak sinema ve televizyonculukta “Amerikan devi”nin dev adımları karşısında geride kalmaya, nal toplamaya mahkumuz demektir. Fakat dünya esasında soyut bir kurgudur ve o anlamda Türkiye Türkler için dünyadan daha fazla gerçektir, daha büyüktür, daha yakındır. Türklerin büyüklük güdüleri malum, fakat bu ayrı. Biz burada mevcut durumdan söz ediyoruz. Türk dizilerinin televizyonda yabancı dizileri dize getirmesinden ve Türk sinemasının niceliksel canlanışının bile sinema salonlarını yarı yarıya Türk filmlerine açmaya yetmesinden. Soru şudur: Sinema ve televizyon neden yerli yapımlar yabancıları gölgede bırakmaya başladı? Bu soruyla iç içe bir soru daha var: Nasıl?
Sinema da televizyon da bizim için sadece bir örnek burada. Düşüncenin canlanışıyla yerli filmlerin başarısı arasındaki zamansal çakışma görülse bize bu da yeter. Türk düşüncesi canlanıyor, yerli sinema ve televizyon filmlerine yönelik ilgi inanılmaz yoğun son yıllarda. Bu nedendir? Ve bu nasıl oldu? Nedeni zeka ile ilgilidir. Nasılı ise hafızanın tazelenmesiyle. Zaten 1990’lardan sonra Türkiye kendi üzerinde bazen aşırı denebilecek kadar çok durmaya başlamıştı. Bunun elbette Avrupa’nın ve Amerika’nın son on beş yıllık durumuyla da bir ilgisi var, dünyanın yeniden şekillenişiyle yani. Yani mesela Doğu ile Batı tanımları değişince, daha doğrusu Doğu tanımı buharlaşınca (Demir Perde çözülünce) dünyanın hemen bütün ülkelerinin şimdi nerede bulunduklarını fark etmeleri birkaç yıl aldı sadece. EFTA mısın, NAFTA mısın hangi kıtada, hangi büyük gücün etki alanında olduğuna ve yerel konjonktürüne bağlı olarak belirlediğin bir şeydi. Ama Türkiye için değil. Türkiye’nin son on beş yılda üye olduğu gruplaşmalara, imza koyduğu antlaşma ve sözleşmelere bakılırsa çok daha açıkça görülecektir ki Türkiye bu süreyi yeni bir durum yaratmak adına durumunun belirsizliğinden yararlanmaya çalışarak geçirmiştir. Kendine kapanmış fakat bakışını dünyaya kilitlemiş Türkiye’den , dünyaya hiç olmadığı kadar açık fakat her fotoğrafta kendisini arayan Türkiye’ye… Türkiye’nin duygusal düşünsel evreni son on beş yılda bu şekilde gelişti.”
Bu gelişim içinde Türk düşüncesinin popüler bir yeri olduğunu söylemek henüz güçtür. Fakat Türk düşüncesine yönelik ciddi bir ilginin olduğu da ortada. Bu ilgi belli bir ideolojinin ihtiyarında da değil artık. Sağın veya solun hangi ideolojisine mensup olursanız olun Türk düşüncesine ilgi duymanız gittikçe kaçınılmazlaşıyor. Henüz “kendini Türk saymak”la, “düşünceye milliyet atfetmek”le problemi olduğu anlaşılan figürler var ve belli bir entelektüel ortamda çoğunluğu, ana akımı oluşturuyor böyleleri. Fakat aksi yöndeki gelişim daha derin. Tıpkı sinema deyince akla hala Avrupa sinemasının gelmesine rağmen Türk sinemasının bastırması gibi. Çünkü Avrupa sinemasının bastırması gibi. Çünkü Avrupa sineması yapamazlar. Evrenselci düşünce ve Türkiye’yi ve Türk düşüncesini ne kadar beğenmezse beğenmesin, kendisini Avrupa veya genel olarak Batı düşüncesi hafızasına kaydetmeyi başarabilecek durumda değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Türkiye’nin o anlamda Batılaşmayacağı çünkü artık kesinleşmiştir.
Belçikalı bir düşünürün Avrupamerkezci bir yoldan, Hintli bir düşünürün de evrenselci bir tutumla kendilerini Batı düşüncesi hafızasına kaydettirmeleri mümkündür. Fakat aynı şeyi bir Türk düşünürü için pek söyleyemeyiz. Bazı tarihçilerimiz dünya çapında şöhrete sahipler bugün. Ama onlar da tarih deyince akla gelen figürler arasına asla konmazlar. Bunun sebebi onların Türk tarihçileri olmalarıdır, Türk tarihini incelemeleridir. Immanuel Wallerstein, Halil İnalcık’ı göklere çıkarırken bile İnalcık’ın konusuna karşı duyduğu küçümsemeyi pek gizlemez. (Hafıza tazeleyelim: Immanuel Wallerstein, “Halil İnalcık ve Osmanlı Çalışmalarının Geleceği”, Dergâh, sayı 59, Ocak 1995, s. 14-15.)
Yeniden doğan düşünürler
Bu arada bazı Türk düşünürleri üzerinde ciddi ciddi durulmaya başlandığını görüyoruz. Bu ilginin toplu eserlerin yeniden yayımıyla paralel yürüdüğü de gözden kaçmıyor. Nurettin Topçu mesela, külliyatı yeniden basılmaya başlandığından beri yani yaklaşık on yıldır birçok tezin, kitabın konusu olmuştur. Topçu hakkında yazılan kitaplar giderek çeşitleniyor. Topçu’yu şerh etme ihtiyacı (bu zaten yapılmış olduğu için) ortadan kalkarken, diğer yandan Topçu hakkında özgün yaklaşımların belirmeye başladığını görüyoruz. Mükemmel değil durum henüz. Topçu hala tam olarak çözümlenmiş, çözülmüş denemez. Fakat eğilim bu yöndedir.
Bir diğer ilgi odağı düşünür, sanıyorum çok değerli hocamız Kurtuluş Kayalı’nın yıllardır özellikle yaptığı vurgunun etkisiyle, Hilmi Ziya Ülken’dir. Özellikle Türkiye’ye odaklanmış pek çok yayıncı Ülken’in kendi kitaplarına da Ülken hakkında yapılan, yapılacak çalışmalara da ciddi merak duyuyor; yayımlasak mı diye düşünüyor. Özellikle genç sosyal bilimciler Ülken’i bilmeyi özellikle önemsiyor. Yakın zamanda Ülken’in özel yerinden açıkça veya ima ile söz eden pek çok yazı gördük. Mehmet Fuat Köprülü, resmi tarih yazarı hüviyetinden ziyade bilim adamı kişiliği ve entelektüel özellikleriyle öne çıkmaya başlıyor. Yani ilgi Köprülü’nün tarih olarak kaleme aldıklarının tetkikinden ziyade, çünkü bu zaten yapılmamış bir şey de değil, bir entelektüel figür olarak bizzat Köprülü’nün gözlerde canlandırılması. Buna bir yeniden doğuş ihtimali demek çok zor değil.
Başka bir isim çok daha yakın bir zamana ait. Baykan Sezer. Kılavuz okuyucularının Kurtuluş Kayalı sayesinde daha derginin ilk sayısında aşinası oldukları Baykan Sezer hoca birkaç yıl önce vefat etmişti. Özellikle kendi bölümünün, yani İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün çabalarıyla çok da gürültülü olmayan bir şekilde bir Baykan Sezer konusu akıp gitmektedir. Bu anlamda Sosyoloji Yıllıklarının çok ciddi birer çalışma oldukları, Baykan Sezer’in İstanbul Sosyolojide kurmak için ömrünü adadığı çalışma ortamının meyve vermeye başladığı gözleniyor. Şöhretle sosyal bilimlerin ayrılmaz ikili olduğu günümüz dünyasının ana eğilimleri İstanbul Sosyolojinin, dolayısıyla da Baykan Sezer’in popülerleşmesini önlüyor, engel oluyor. Ama bu durum Baykan Hocanın seçkinci tutumuyla ters de düşmüyor işin açığı. Arzu edilen popülerleşmek değil, sorumluluk sahibi bilim adamı ve düşünürlerin ilgisine, dikkatine, düşünce ve çözümlemelerine, eleştirilerine konu olmak.
Asıl dikkat çekmek istediğimiz çalışmalarsa İsmail Kara ve Kurtuluş Kayalı gibi düşünürlerin, hocaların fedakar denebilecek bir tutumla Türk düşüncesinin farklı farklı haritalarını çıkarma çabaları. Bu tür düşünür-akademisyenlerin ana akıma, yani eklektizme uymayıp kendi bireysel keşiflerini gerçekleştirmeye çalışmaları çoğu durumda hakketmedikleri bir şekilde hafife alınmalarına sebep oluyor. Fedakarlıkları bu yüzdendir. Bu tür vazgeçilmez düşünürlerin sanki sıradan şerhçi akademisyenlermiş gibi, şu veya bu düşünürün düşüncelerini özetleyen herhangi hocalarmış gibi algılandıkları oluyor. Gerçi son zamanlarda bu tür algının yavaş yavaş ezildiğini, geçersizleştiğini de görüyoruz. Düşünce üzerine düşünmenin kolay olmadığını, bu tür düşüncenin de özgün düşünce olduğunu anlatmaya başladık sanıyorum. Tabii popüler bir anlayıştan söz etmiyorum. Popüler algı ve anlayış düşünce konusunda Batı düşüncesinin kötü tercümelerinden iyi tercümelerine doğru not yükseltmekten başka şeylerle pek fazla da ilgilenmiyor doğrusu hala. Popüler saha bir kariyerizm sahasıdır ve orada unutanlar ve unutturanlar evrensel yasalar gereği unutulmaya mahkum olurlar. Türk düşüncesinin yolu ise ileriye doğru olduğu gibi geriye doğru da her gün biraz daha aydınlanıyor.