Kağıdın tarih sahnesine çıkmasıyla, insanların kendini ifade etme serüvenlerinde yeni yollar da keşfedildi. Doğanın en zarif görüntülerini sunan su ve bulutun kağıtla olan ilişkisi de bu şekilde başladı. Önceleri oldukça gerçeküstü sayılabilecek bu fikir, malzemelerin doğru kullanımı ve üstün bir sabır sonucunda, insan yaratımının renkli coğrafyasına katılmış oldu. Suyun üzerine serpilen boyalarla bulutsu şekillerin kağıdı bezemesi, İran topraklarında buluta nispet eden “ebri” kelimesiyle anılmaya başladı. Son yüzyılda “ebru” olarak adlandırdığımız bu İslam sanatı, hızlı netice alınması ve ortaya çıkan eserin dikkat çekiciliği itibariyle en cazip bezeme sanatı olmayı fazlasıyla hakediyor.
Japonlar 12. asırda daha çizgisel ve soyut görüntüler ihtiva eden ebru benzeri bir sanatla uğraşıyorlardı. Fakat ebrunun kökeni sayabileceğimiz ilk uğraşlar Türkistan’ın Buhara kentinde ebre ismiyle ortaya çıktı. Yine aynı dönemde İran ve Hindistan’da, özellikle Mir Muhammed Tahir tarafından yapılmaya başlandı ve buradan İstanbul’a kadar yayıldı. Doğuya ait bu süsleme sanatının Avrupa tarafından tanınması da İstanbul üzerinden “Türk mermer kağıdı” adıyla Almanya, Fransa ve İtalya topraklarına götürülmesiyle başlamış oldu.
İlk kez karşılaşanların hayrete düştüğü bu sihirli sanatın üretimi için ince bir estetik kabiliyeti yanında geniş bir malzeme bilgisine de ihtiyaç var. Renkli kaya ve topraklar, taş üstünde su ilavesiyle “destesenk” denilen bir el taşıyla iyice dövülür. Ebru teknesi denilen suyun doldurulduğu diktörtgen kapın içine boyaların dibe çökmesini önlemek amacıyla kitre ilave edilir. Türkiye’nin muhtelif yerlerinde yetişen yabani bir dikenin (geven) özsuyu olan kitre olmasaydı, su üzerinde boyayı tutabilecek yoğunluğa erişemez dolayısıyla ebru yapılamazdı. Modern fırçalarla da boya, usulüne uygun şekilde serpilemediğinden, bu sanatla uğraşanlar at kuyruğu kılından yapılmış fırçalar kullanırlardı.
Bir defa yapılmış olan ebrunun aynısı tekrar yapılamadığından, kopya edilemeyecek bir değer taşıyan bu sanatı icra edenler arasında çarkıfelek, yürek ve yıldız gibi şekilleri kendine has bir yöntemle elde eden, bu yönteme de hatip ebrusu adı verilen Ayasofya Camii hatibi Mehmed Efendi öne çıkar. Bu yöntemle çiçek şekilleri de elde etmek istendiyse de, yine bu sanatın en büyük ustalarından olan Necmeddin Okyay’a kadar başarılı olunamamıştır. Okyay, doğal haline en yakın çiçek figürlerini elde etmeyi başarmış, çiçekli ebrular ise sanat tarihimize `Necmeddin ebrusu` adıyla girmiştir. Arap zamkıyla yazılmış bir hat eserinin ebru teknesine yatırılmasıyla elde edilen yazılı ebrular da yine Okyay’ın buluşudur.
Roma’da 1646 yılından itibaren “Türk kağıdı” adıyla yapılan yayınlardan beri Avrupa’da üzerine eserler yazılan bu sanat, eskiden yazma kitapların ciltlenmesinde ve yan kağıdı olarak kullanılırdı. Günümüzde müze ve kütüphanelerde, kıta ve levhaların iç ve dış pervazlarında kullanıldığı gibi Necmeddin Okyay’dan bu yana, çok sayıda ebrunun birleştirilip yapıştırılmasıyla resim tabloları da hazırlandığı görülmektedir.